21. Yüzyılın insanını yetiştirmek

Güncelleme Tarihi:

21. Yüzyılın insanını yetiştirmek
Oluşturulma Tarihi: Kasım 29, 2013 16:28

21. Yüzyıl insanını yetiştirmek, çağlar boyunca insanlığın her türlü birikimini kullanarak, bireyi kendisi ve çevresi ile uyum içinde, mutlu, yaratıcı ve üretici bir insan olarak yetiştirmenin yollarını bulabilmeyi gerektirir...

Haberin Devamı

20. Yüzyılı insanlık tarihine damgasını vuran iki büyük savaş ve bunların sonucunda değişen devlet ve eğitim sistemleri ve pek çok yeni buluş ile tamamlayan insanoğlu, 21. yüzyıl için daha hızlı ve daha büyük değişimleri öngörüyor. 20. yüzyıl takvim olarak sona ermiş olsa da dünya hala bu yüzyılın izlerini taşıyor. Bu nedenle 21. yüzyıl insanının önünde önceki yüzyıldan kalan pek çok sorun var.

20. yüzyılın son çeyreği ve özellikle de son 10 yıldaki değişimler 21. yüzyıl hakkında öngörülerde bulunmamıza olanak sağlıyor. Küreselleşme, çok kültürlü toplum yapıları, iletişim teknolojilerinde yaşanan değişim ve gelişmeler, çok kanallı bilgi akışı, bilginin hızlı transferi, birey odaklı eğitim felsefelerinin benimsenmesi, çevre bilincinin artması ve ekoloji olgusunun bir sorun olarak gündeme gelmesi, değerlerdeki değişmeler, değişen aile ve toplum yapıları ve çocuk yetiştirme anlayışları, demokratik bir toplumun oluşması için yurttaşların sahip olması gereken nitelikler, insan hakları ve çocuk hakları 21. yüzyılın öne çıkan konuları olarak belirtilebilir...

Günümüzde birey, devlet ve toplum karşısında her gün daha fazla önem kazanıyor.
Birçok ülkede ulusal ve uluslararası düzeyde yasa, yönetmelik ve sözleşmelerde birey haklarının korunmasına yönelik pek çok değişiklik ve hüküm yer alırken, bireylerin kendi iradeleri ile biraraya gelerek oluşturdukları sivil toplum kuruluşları da giderek önem kazanıyor.

Küreselleşme

Haberin Devamı

Dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen sosyal, siyasal ya da ekonomik olayın yakın ya da uzak diğer yerlerde de kendini hissettirmesi “küreselleşme” anlamına geliyor. Küreselleşme, kendi içinde hem toplumlararası bütünleşmeyi, hem de farklılaşmayı içeren çok yönlü bir gelişmeyi ifade ediyor. Bu anlayıştan hareketle eğitimin amacının yalnızca ulusal sınırlar içinde uyum gösterebilecek insanı değil, aynı zamanda farklı kültür ve coğrafyalarda da uyum sağlayabilecek insanları yetiştirecek şekilde yapılandırılması gerekiyor.Bu yapılırken ulusal kültür değerlerinin korunması da önem taşıyor. Kendi kültür değerlerinin bilincinde olan ve kendi dilini iyi kullanabilen bir birey, başka dil ve kültürlere de daha bilinçli ve saygılı yaklaşabilir.

Çok kültürlü toplum yapıları

Haberin Devamı

Bugün çok kültürlü yaşam dünyanın pek çok ülkesinde artık doğal bir hale gelmiş görülüyor. Özellikle Avrupa, geçmişinde sömürge olarak yönettiği ülkelerden anavatana gelenler ile Avrupa birliği sürecinde serbest dolaşım sonucunda gelenlerle adeta farklı kültürlerin buluştuğu bir yer haline geldi.
Çok kültürlülük, sadece başkalarının bakış açısıyla düşünmek veya gözlem yapmak değil, aynı zamanda değişik kültürel fikirleri, farklı inanç sistemleri mozaiğini ve yaşam yollarını saygı ile kabul etmektir.
Çok kültürlü yaklaşım, çeşitli kültürel kimlikleri eritilmesinden ya da tolere edilmesinden çok, muhafaza etmenin değerini yükselten eğitim yaşantıları öneriyor. Devletlerin bu konuda geliştirdikleri özel politikalara rağmen yabancıların toplum içinde o ülkenin yurttaşları ile gerçek anlamda eşit konuma gelebilmeleri için hala yapılması gereken çok şey, değişmesi gereken pek çok düşünce var.
Günümüzde artık geçmiş yüzyılların bir kültürü diğerinden üstün gören anlayışının terk edilmesi, eğitimin içeriğinde çeşitli kültürlerin objektif bir yaklaşımla yer alması gerekiyor.
- Farklı kültür değerlerine karşı mevcut ön yargılardan kurtulmak,
- Farklı kültürden gelen insanlara karşı olumsuz tutumların azalması,
- Başka olana hoş görünün artması,
- Farklı kültürleri tanıyıp anlamanın yaratacağı zenginlik, insanın eğitimine yeni boyutlar kazandırabilir.

Çok dilli eğitim

Haberin Devamı

Çok kültürlü eğitimin iç içe olduğu başka bir durum da çok dilli eğitimdir. Dil bir kültürün taşıyıcısı olduğundan; insanın dağarcığındaki dil sayısı ne kadar fazlaysa değişik kültürler hakkındaki bilgisi de o kadar fazla olacak.
Ancak bu, bireylerin ana dilinden ve toplumun kültür değerlerinden uzaklaşması anlamına gelmez. Çünkü kendi dil ve kültür öğelerine hakim olamayan birey, çok dilli ve çok kültürlü anlayış içinde kaybolur.

İletişim teknolojilerinde yaşanan değişme ve gelişmeler:

Teknoloji ve özellikle bilişim teknolojilerindeki gelişme bu çağın en belirleyici özelliklerinden. Bilgisayarlar, tabletler, cep telefonları, bilgisayar donanımlı araç gereçler, dijital teknoloji ile çalışan televizyonlar, yeni tür kredi kartları gibi ürünler ve her gün ortaya atılan pek çok teknolojik yenilik, yaşamımıza yeni boyutlar katarken bilgi edinme imkanlarımızı da geniş ölçüde arttırıyor.

Bilginin hızlı transferi

Haberin Devamı

Hızlı bilgi transferi bilgiye daha kolay ulaşılmasına olduğu kadar, bilginin hızla kullanılıp eskimesine de neden oluyor. Bu da beraberinde sürekli öğrenme ihtiyacını getiriyor. İnsanlar sürekli olarak hızlı değişime ayak uydurmakla karşı karşıyadırlar. Değişim gerek reklamlar, gerekse ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından neredeyse dayatılıyor.

Yeni teknolojilerin kullanılması, iş yaşamını emek-yoğun işlerden zihinsel beceri gerektiren alanlara, hatta sanal dünyaya kaydırıyor. Bütün bunlar daha iyi eğitilmiş, teknoloji okur-yazarı insan yetiştirmenin önemini ortaya çıkarıyor. Yüz yüze insan ilişkileri zayıflarken, iletişim teknolojileri yolu ile kurulan yeni işbirlikleri ve dostluklar ortaya çıkıyor.

Çok kanallı bilgi akışı

Haberin Devamı

Bilişim teknolojilerinin kullanılmasının yaygınlaşması, aynı konuda farklı görüşlerin aynı anda ortaya atılabilmesine, bir konuyu farklı boyutları ile öğrenebilmeye de olanak veriyor. Bu durum bireyler açısından bazı fırsatlar yaratsa da kimi zamanda karar vermeyi güçleştiriyor ve hatta bazı durumlarda kararsızlığa ve kaygı duymalarına da yol açabiliyor.
Bireylerin bilgisayar desteğiyle pek çok kaynağa zaman kaybetmeden ulaşması aynı zamanda dünyadaki gelişmeleri de kolayca takip edebilmesini kolaylaştırıyor.
Böylece aynı konuda çok değişik düşünceler aynı anda ortaya atılabiliyor. Bunun için eğitimin farklı kaynaklardan gelen bilgilere eleştirel olarak yaklaşan, tutarlı ve doğru bilgileri seçebilen bireyler yetiştirmeyi hedeflemesi son derece önemli.

Birey odaklı olma

İnsanlık tarihi incelendiğinde devlet-insan ilişkisi ya da tanrı-insan ilişkisi boyutlarının çağlar boyunca oldukça ilgi çektiği dikkati çekiyor. İlk çağlarda devletten yana olan bu ilişki, Eski Yunan’da değişen toplumsal şartlarda sofistlerin ortaya çıkışı ile bireyden yana bir durum aldı. Orta Çağ’da insana tanrının yarattığı bir varlık olarak bakan anlayış, Rönesans ve özellikle Hümanizma’nın etkisi ile insanı yeniden öne çıkardı.
Fransız İhtilali beraberindeki aydınlanma düşüncesi ile insanı yeniden önemli hale getirirken, 19. yüzyıl sanayi tipi üretimi benimseyerek insanı makine-üretim ilişkisi içinde değerlendirdi.
Yirminci yüzyılın ulus devletlerinde insan artık yurttaştır. Devlet düzeni içinde belli sorumlulukları ve belirli hakları vardır.
21. yüzyılda ise insan bir yandan 20. yüzyılın devlet-birey ilişkisini yaşarken öte yandan da bireyin devlet karşısındaki durumunu bireyden yana kaydıran bir eğilim içindedir.
Artık geleneksel devlet ve toplumsal kurumların yanında sivil toplum kuruluşları da toplumsal problemlerin çözümünde gönüllü olarak yerlerini alıyor, her şeyi devletten bekleme anlayışı yerini “problemlerin çözümüne biz de katkıda bulunmalıyız” anlayışına bırakıyor.
Bu durum bireylerin yeteneklerini ortaya koyabilmelerine, toplumsal sorunlara ilgi duymalarına, bireysel sorunları için toplumun diğer elemanlarından yardım isteyebilmelerine olanak sağlayabildiği gibi, eğitimin bireyin ihtiyaçlarına cevap vermesini, bunu yaparken de bireyin öğrenme özeliklerinin göz önünde bulundurulmasını gerekli kılıyor.

21. yüzyıl eğitiminde yeni eğilimler

21. yüzyıl eğitimi için yeni eğilimlerin neler olduğu düşünüldüğünde ilk akla gelenler, öğrenme ortamlarında değişme ve sürekli eğitim ihtiyacı, teknolojinin her geçen gün daha fazla kullanılması, erken eğitimin öneminin anlaşılması, değerler eğitimi, çevre duyarlılığı, öğretmeden öğrenmeye doğru değişen öğrenme yaklaşımları olabilir.

Öğrenme ortamlarında değişim ve sürekli eğitim ihtiyacı

Çok kanallı eğitim olanaklarının artması okulun ve öğretmenin işlevini önemli ölçüde değiştirdi. Bu durumda artık, öğretmen “mutlak ve tek” bilgi kaynağı olmadığı gibi okul da bilgi kazanılacak “mutlak ve tek” yer değil.
Bu durumda gerek öğretmenin gerekse okulun bu değişime ne şekilde ayak uydurabileceklerinin yeniden sorgulanması gerekiyor.

Binlerce yıldır okul-öğretmen-öğrenci üçgeni içinde varlığını sürdüren eğitim-öğretim, teknolojinin hayatımızın içinde yer almasıyla birlikte çok yönlü, çok kanallı yeni alternatifleri de kullanmak durumunda.
Bilginin hızlı ve çok kanallı akışı, bilgiye ulaşmamızı kolaylaştırıyor, farklı bakış açılarından bilgi edinmemize yardımcı oluyor. Bir yandan da bireylerin sahip oldukları bilgiler hızla değişiyor ve eskiyor.

Bu durum eğitimi yaşa bağlı olmaktan çıkarıyor, her yaşta insan için eğitim olanaklarının yaratılmasını gerekli kılıyor. Eğitim ve buna bağlı öğrenme süreci artık yaşam boyu devam ediyor.

İnsan beyni üzerinde yapılan çalışmalar da, beynin çalışması için gerekli öğrenme isteğinin yetişkinlik ve yaşlılıkta da devam ettiğini, hatta sürekli bir şekilde zihnini çalıştıran insanların üretken olmaya devam edebildiklerini ortaya koyuyor. ‘Yaşam Boyu Eğitim’ kavramı da eğitimin her yaşta her yerde devamlılığını ifade ediyor.

Teknolojinin kullanımındaki artış

Çağlar boyu yazı, uygar insanın en temel uğraşı oldu. Bugünün toplumları için artık bu yeterli değil. 21. yüzyılın çocuk ve gençleri artık teknoloji ile geçmiş çağların insanının yazıyı öğrenmesinden çok daha erken tanışıyor. Özellikle her geçen gün daha kolay kullanılabilen çeşitli modellerin ortaya çıkması, bilgisayarların kullanım yaşını her gün biraz daha küçültüyor. Günümüzde çocukların teknoloji ile erken tanışmalarının bazı avantajları olduğu kadar, zararlarından da söz edilebilir.

Bilgisayarla erken tanışan çocuklar, bunu yaşamlarını kolaylaştıran bir araç olarak kabul ediyorlar. Günlük yaşamla ilgili bilgilere sanal yoldan kolayca ulaşabiliyorlar. Doğal olarak erişilmesi hiç de kolay olmayan uzaklıklarda yeni dostlar edinebiliyorlar. Gerçek oyun arkadaşları bulamadıkları zaman kolaylıkla sanal ortamda arkadaş bulabiliyor ve oyun oynayabiliyorlar.

Özellikle gelişimin tüm alanlarının desteklenmesi gereken erken dönemlerde çocukların zamanlarının çoğunu bilgisayar veya tablet başında geçirmeleri, hareket olanaklarını kısıtlıyor. Obezite olasılığını arttırıyor. Çocuk ve yetişkinlerle yüz yüze iletişim kurmalarını, gerçek nesnelerle etkileşimde bulunmalarını sınırlandırıyor.

Bazen bu, çocuğu gerçek yaşamdan kopuk bir hayata da yöneltebiliyor. Şiddet içerikli oyunlar, özellikle küçük yaştaki çocuklar için olumsuz örnek oluyor.
İnternet sitelerine kontrolsüz ulaşım, olumsuz davranışların oluşmasına ve pekişmesine neden oluyor.

Bu durum teknoloji konusunda anne babaların ve öğretmenlerin dikkatli olmalarını gerekli kılıyor. Teknoloji kullanımı, günümüz insanı için kaçınılmaz olmakla birlikte, özellikle erken dönemde bunun gerçek yaşam deneyimleri ile dengelenmesi de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.

Gerçek yaşamdan kopuk yalnızca teknoloji ile sağlanacak bir eğitimin insanlık değerlerini ne ölçüde kazandırabileceği günümüzün tartışmaya en açık konularından biridir.

Bu durumda çocuk ve gençlerin teknoloji kullanımlarını engellemek yerine, onların gerçek yaşamla bağlantılarını kesmeden, çok yönlü gelişmeleri için gerekli tüm aktivitelerin yanında, dengeli bir teknoloji kullanımına imkan yaratmak, çağdaş insanın yetişmesinde doğru bir yaklaşım olarak görünüyor.

Erken eğitimin önemi

“Erken eğitim”, eğitimin okulla başladığı görüşünden farklı olarak; insanın eğitiminin okula başlamadan çok önce, daha doğumla başlaması gerektiğini savunanların görüşüdür.

Çocuğun doğumundan, programlı öğretime başlayıncaya kadar geçen zamanın insan yaşamındaki eğitimin temellerini oluşturduğu ve bu dönemde çocuğun öğrenme kapasitesinin de yaşamın diğer dönemlerine kıyasla daha yüksek olduğu göz önüne alındığında, erken eğitimin önemi kolayca anlaşılıyor. Bu nedenle bu dönemin çocuğun gelişimine ve ihtiyaçlarına uygun olarak geçirilmesinin sağlanması son derece önemli. Burada başlıca sorumluluk ailede olmakla birlikte, devletin de özellikle fırsat eşitliğini sağlamak açısından ihtiyacı olan ailelerin çocuklarına parasız ve kaliteli bir erken eğitim imkanı sunması bir gereklilik olarak görünmektedir.

Değerler eğitimi

İnsan gelişimi ve öğrenmesi konusunda ortaya atılan ve kabul gören yeni kuramlar, değişen toplumsal yapılar ve insan tipi modelleri yerel ve evrensel değerlerin birlikte kazandırıldığı bir eğitim anlayışına ihtiyacı da beraberinde getiriyor.

Değerler eğitimi içinde pek çok konu yer alabilir. Bunlar arasında bir yandan birey olarak kendini gerçekleştirebilmek için gerekli motivasyon, inisiyatif, sağ duyu, sebat, şefkat, çaba, problem çözme, öte yandan nitelikli bir toplumsal yaşam için gerekli işbirliği, paylaşma, empati, farklılıklara saygılı olma, hoşgörü gibi insan hakları ve demokrasiyle bağdaşan değerlerin kazandırılması öne çıkıyor.

Eğitim ortamı olarak okulların bugün bilgi ve kültür aktarımı yanında, belki de daha öncelikli olarak söz konusu bu değerleri kazandırması ve duyguların eğitimini öne çıkarması gerekiyor.

İçinde değerlerin bulunmadığı, duyguların hiçe sayıldığı bir eğitimin sonucu yetişecek insan, kendisine ve çevresine yabancılaşmaktan kurtulamaz.

Çevre eğitimi

Bilimsel buluşlar ve teknoloji kullanımının yaşadığımız evreni nasıl etkileyeceğini bilmek ve bunu yeni kuşaklara öğretmek de 21. yüzyılın önde gelen konularından biri olarak karşımıza çıkıyor.

İnsanın doğa ile uyumlu yaşam sürmesi bir anlamda bu ilişkileri kavramasına da bağlıdır. Ancak bugün bilimin ulaştığı tüm bilgilere rağmen insanoğlu içinde yaşadığı dünyaya nedenli zarar verdiğini çok uzun bir süre fark edemedi.

İnsan-doğa konusuyla Aristoteles’ten sonra ilk ilgilenenlerden biri olan J.J.Rousseau, doğa kavramını hem doğal ortam, hem de bireyin gelişimine uygunluk açısından ele alıyor. Ve çocuğa verilecek eğitimin doğal özelliklere uygun olamamasının onu olumsuz yönde etkileyeceği görüşünü savunuyor.
Günümüzün, teknoloji ürünleri ve bilgisayarlarla çevrili şehir yaşamında birey-doğa ilişkisi oldukça zayıflamış görünüyor. İnsanın hem doğal çevreden uzaklaşması, hem da alıştığı yaşam tarzının dışında bir yaşam sürdürmesi söz konusu.

İnsan ve çevre ilişkisinin her iki tarafı da olumlu şekilde etkilemesi için insanın eğitiminde çevre ile ilgili konuların yer alması artık tartışmasız olarak kabul görmektedir.

Çevrenin insan gelişimi üzerindeki etkilerinden yola çıkılarak geliştirilen Ekolojik kuram, çocuğun gelişmesinin biyolojik temellerine önem vererek, çocuğun biyolojik yaratılışının, gelişimi biçimlendirmek için çevresel etmenlerle etkileşim içinde olması gerektiğini vurgular.

Bu kurama göre çevrenin her tabakası çocukların gelişimi üzerinde güçlü bir etkiye sahip. Bu kuramın ışığında yapılacak çevre eğitimi çalışmalarının, gerek çevrenin korunması açısından, gerekse sağlıklı bireylerin yetiştirilmesi açısından önemli katkılar sağlayabileceği düşünülüyor.

Çevre eğitimi yalnızca insanın çevreye duyarlı olmasını sağlamak biçiminde değil, çevre ile insan arasındaki karşılıklı uyumu gerçekleştirebilecek şekilde düzenlendiğinde gerçek amacına ulaşabilir.

Öğretmeden öğrenmeye

İnsan düşüncesini temel alan felsefelerin gelişimiyle birlikte insana bakış açısı değişirken, bunun yansımaları eğitim alanında da hissedildi.

Öğreten merkezli eğitim anlayışlarının yerini, bireye aktif öğrenme rolü yükleyen öğrenen merkezli eğitim anlayışlarına bırakmaya başladı. Eğitimde geleneksel bir anlayış olan “öğretmen merkezli eğitim” temelde öğrencinin araştırma ve sorgulamasına fırsat tanımayan öğrenilen bilgi ya da değerlerin öğretenle sınırlı kalmasına neden olan bir anlayıştır. Bilgi aktarımı ile sınırlandırılmış bu eğitim bireyin entelektüel gelişimini sınırlandırıyor. Zira bu yaklaşımda” öğretmen öğretir”, “öğrenci öğrenmemişse bunda onun pek de sorumluluğu yoktur”.

21. yüzyılın birey odaklı anlayışına paralel olarak, bugün pek çok ülkede pek çok düşünür bireyi merkeze alan öğrenme anlayışlarını eğitim uygulamalarında benimsiyor. Bireyi araştırmaya ve düşünmeye yönlendiren, insanın farklı öğrenme özelliklerinin bulunduğu, öğrenmenin ancak birey aktif olduğunda gerçekleşeceği yaklaşımıyla şekillenmiş bir eğitim, bireyin öğrendiklerini içselleştirmesine daha iyi olanak sağlıyor.

Öğrenen merkezli eğitim, kişilere yalnızca öğrenmek istediklerini seçme hak ve sorumluluğunu vermez. Aynı zamanda bireyin kendisine en uygun öğrenme yöntemini seçme şansı da tanır. Bugün öğrenmeye ilişkin bilgilerimiz öğrenmenin parmak izi kadar kişiye özgü olduğunu ortaya koyuyor.

Bu nedenle okul ortamlarımızın ve öğrenme –öğretme yaklaşımlarımızın buna uygun olması, öğretmenlerin bilgi aktaran kişi rolünden, sürekli öğrenen ,öğrendiklerini paylaşan ve öğrencinin kendi öğrenmelerini gerçekleştirirken ona yol gösteren, rehberlik eden kişilere dönüşmesi beklenmektedir. Öğretmenin değişen bu rolü, onun sürekli olarak kendini geliştiren,yeniliklere açık, iletişim becerileri güçlü, birer profesyonel olmasını gerekli kılıyor.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!