Güncelleme Tarihi:
Geriye dönüp baktığımızda benim için de bu dönemin ayrı bir önemi vardı. Hayatımda ilk kez lise öğretmenliği yaptım. 9’uncu sınıfların girişimcilik dersine girdim. Zeytinburnu Haluk Ündeğer Lisesi yönetimine bana verdikleri imkan için gerçekten ne kadar teşekkür etsem azdır.
İnsanlar genelde duyduklarında kaşlarını kaldırıyorlar. Büyük bir takdir ve teşvikin yanında iki sebepten dolayı benim lisede öğretmenlik yapmamı yadırgayanlar oldu diyebilirim. İlki mesleğimin okul öğretmenliği olmayışı. Diğeri de (benliğe lanet) ikisi dünyanın en iyi üç üniversitesi arasında yer alan toplam dört üniversiteye gitmiş birinin niye kalkıp İstanbul’da düz bir devlet lisesinde öğretmenlik yapmak istemesi...
Diyalektik gözükmesine rağmen birbirini tamamlayan bu iki kör bakış ülkemizdeki eğitim kalitesinin yükseltilmesi çabalarının tavan yaptığı bir dönemde gayet yakından incelenmeli. Beni okula ve sınıfa götüren, Milli Eğitim Bakanlığı’nın hemen her kademesinde çalışmış birisi olarak sahayı görmek merakıydı. Temel gayem çocuklarla buluşmak, onları tanımak, onlarla konuşmak ve bir hipotezi sınamaktı: Eğer yeni dijital çağda yaş-bilgi-statü arasındaki bağ arasındaki kuvvetli korelasyon çözülüyorsa, o zaman büyüklere girişimcilik/inovasyon/dijital çağ konularında ne anlatıyorsam bu söylenenleri 15 yaşındaki öğrencilerime aktarınca da kolaylıkla iletişim kurabilmeliydik, onlar da kendilerine aktarılanları rahatlıkla anlayabilmeli ve tartışmaya katılabilmelilerdi.
Gerçekten de öyle oldu. 225 öğrencimin istisnasız hepsi bir dönem boyunca derslerimizde beni ve 21. yüzyıl eğitim paradigmasının mesajını haklı çıkardı: ‘Biz hepimiz birer bireyiz. Hepimizin ayrı ayrı ilgileri, merakları var. Bunlar anlaşılmalı.’
Sahayla, sınıfla ve okulla irtibatın önemi
Lisedeki öğretmenlik deneyimimde çıkardığım bir diğer sonuç ise sahayla, sınıfla ve okulla irtibatın önemiydi. Bu bakımdan merkez ve taşra teşkilatında görev yapan her yöneticinin haftada 1 saat de olsa hiçbir bahane bulmadan sınıfta/okulda olması gerektiğine inanıyorum. Demode bir inanç olabilir. Yine de haklı sebeplerim var. Bu diğer ülkelerde böyle değil diyenler de çıkabilir. Yöneticiler profesyonel diyenler vesaire. Ama madem ki Türkiye’de yöneticilerin neredeyse hepsi öğretmenlik mesleğinden geliyor ve bunu yönetici olmanın ayrılmaz bir şartı ve parçası olarak görüyorlar, o zaman yönetici-okul-sınıf-öğrenci teorik ilişkisi bürokratikleşmeye, piramitleşmeye, dikeyleşmeye, kopmaya, standartlaşmaya daha fazla mahkum edilmeden bu bağı yataylaştırmak ve daha verimli hale taşımak lazım.
Okul ve sınıf, yönetici için bir açılış, kapanış, teftiş ve ziyaret mekanı olmaktan çıkarılmalı. O zaman bu işin kendi törenselliği içinde çok çeşitli diğer dinamikler devreye girecektir. Ken Robinson’un ifadesiyle ‘eğitimin organikleşmesi’ için yönetim-okul-sınıf-öğrenci arasındaki iletişim kanallarının da organikleşmesi gerekiyor. İnanın göreceksiniz işte yöneticiler de sınıfta ders anlatmaya başladıkları an eğitim politikası alanındaki kararlar daha da verimli hale gelecek. MEB’de sorun olarak gördüğümüz birçok konunun bu tür iletişimsizliklerden türediğini de varsayabiliriz. Şimdi bize gerekli olan yöneticilerimizle okul yöneticileri arasındaki bürokratik iletişim kadar, yöneticilerimiz ile öğrencilerimiz arasındaki pedagojik iletişimin de pekiştirilmesidir.
Ve tabi önümüzde çok keskin bir viraj var. Hemen her yazımızda bahsettiğimiz gibi yeni medya ve dijital çağda öğretmenlik mesleğinin anlamı tekrar düşünülmeli. Öğrenci ve öğretmen arasında geleneksel pedagoji modellerine dayalı bilgi patronluğu ve bekçiliği dengesi gözden geçirilmeli. 20. yüzyılın standartlarının 21. yüzyıldaki gelişmelerle uyuşmazlıklarının eğitim sahasındaki yansımaları özümsenmeli. Bunu da sınıfa inmeden, yeni nesille temas kurmadan, onları dinlemeden anlamak zor değil neredeyse imkansız. Yeni nesille başa çıkmak zamanın ruhunu içselleştirmeden olanaksız. Onları biraz dinleyince anlıyorsunuz ki yeni nesil, öğretmene baktığı zaman geleceğini görmek istiyor. Kendisine disiplin amiri olarak davranan birisinden ziyade rol model arıyor. Siz çocuklara sınıfta nasıl davranırsanız davranın, onları okulda ve kendi gözünüzde nasıl görürseniz görün, öğrencilerimin erişebildiğim kadarıyla sosyal medya hesaplarının her biri bana bambaşka şeyler anlattı. Onların okul dışındaki yaşamları hakkında fikir verdi. Okul ve okul dışı hayatı bağdaştıramazsak tüm çabalarımızın sonucunda elde etmek istediklerimiz git gide verimsizleşecek.
Dördüncü olarak, lisedeki tecrübemle birlikte son 4-5 yıllık süreç beni Milli Eğitim Bakanlığımız başta olmak üzere tüm eğitim paydaşlarına yönelik stratejik bir konu listesi hazırlamaya itti. MEB’in hiç zaman kaybetmeden bu her bir başlık hakkında ciddi çalışmalar yapması gerektiğine inanıyorum. Yasayla zorunlu tutulan stratejik planın haricinde bu ve benzeri konularda beyaz belgeler hazırlayarak, eğitim-öğretim politikalarını analiz edilmesi yerinde bir hareket olacaktır. Dünyanın en büyük eğitim-öğretim aygıtları arasında yer alan MEB’in kendi kurumsal yazılımının güncellenmesi kadar, bu yenilenmenin iletişim modelinin tüm paydaşlara yönelik iyi kurgulanması gerekliliği de aşikar. Küresel gelişmeler ve 2023 Vizyonu çizgisinde belirlediğim 28 konu başlığı şunlar:
21. Yüzyıl becerileri/bireyselleştirme, özel eğitim, ölçme/değerlendirme, denetim, inovasyon/girişimcilik, fırsat eşitliği, stratejik planlama, liderlik, öğretmen yetiştirme, kalite standartları, küresel gelişmeler, uluslararası sınavlar, okul bölgeleri, okul mimarisi, vatandaşlık/demokrasi, dijitalleşme/yeni medya/sosyal medya/yazılım eğitimi, veri temelli analiz, Fen Teknoloji Mühendislik ve Matematik (STEM), toplumsal değerler, okul iyileştirme, araştırma, program/müfredat, mesleki eğitim/hayat boyu öğrenme, iş/nüfus/gençlik/istihdam, eğitim finansmanı/özel öğretim, sivil toplum/düşünce kuruluşları, yönetim ve organizasyon, yabancı dil.
Kitap okumanın yaz tatiliyle özdeşleştirilmesi
Dünyanın her köşesinde eğitim adına sürdürülen tartışmalarda en sık sözü geçen bu başlıkların hepsini geride bıraktığımız eğitim-öğretim yılında yaşadıklarımızla ve başlayan yaz tatiliyle beraber düşününce, yukarıdaki 28 konuyu tamamlaması bakımından 4K’ya da değinebiliriz: kitap, konu, kendin, küre. Lakin kitap okuma konusunda yapılan çalışmalarda, bunun bir ‘alışkanlık’ olarak görülmesi ve bu alışkanlığın ‘bürokratikleşmesi’ konusuna dikkat çekmek isterim. Bir de tabi, kitap okumanın yaz tatiliyle özdeşleştirilmesi. İnsanlara kitap okumanın önemini anlatmak ile herkesin kitap okuması gerektiği iki farklı şeydir. 21. Yüzyıl eğitim paradigması bireyselleştirme temelli ise, o zaman kitap okumayan birisine zorla kitap okutmak doğru olmayacaktır. Kitap okumak kafa dinlemekten, boş zaman uğraşından, ibadete ve akademik çalışmaya kadar uzanan geniş bir yelpazede değerlendirilebilir.
Kitap okumak, konu okumaktan bağımsız düşünüldüğü sürece istenen verimi temin etmeyecektir. Özellikle 13-14 yaş gurubu sonrasında kitap-konu bütünlüğüyle okuma üzerine çalışmalar hızlandırılmalı. (Belki de dünyadaki en iyi uygulamalarından birisi İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün Yazarlar Okullarda Projesi’dir) Konu okumak, kitap okumanın sistematikleştirilmesidir. Konu okumak aynı zamanda uzmanlaşmanın da şartıdır. Yeni dijital çağda herhangi bir konudaki tüm basılı, görsel, işitsel kaynakları okumak, konu okumanın içinde değerlendirilmeli. İnsanların kendilerini, özlerini okuyabilmelerini kitaplarla sınırlamak da yanlış olur. Konu okuyarak muhakeme ve kıyas yeteneği geliştirilir, proje/tez/sunum mantığı ve algoritması yerleştirilir.
Bize sadece “kitap oku, kitap oku” dendikten sonra İngiltere’ye okumaya gittiğimizde orada kitap değil “konu okunduğunu” görünce hemen uyum sağlamakta zorluk çektik. Bu sadece K-12’de böyle değil, birçok üniversitelerimizde bile konu tabanlı müfredat okuması (Latince’de sylabbus) oturmuş değil. Ancak en önemli nokta şu ki, konu okumak kitap okumaktan ibaret değil. İşte okumayı sadece kitap okumakla sınırlı tutmak 21. yüzyıl eğitim paradigmasıyla bağdaşmayacaktır. Bu okumalarda insanların kendi özlerini, zamanın ruhunu ve küresel gelişmeleri okumaları olmazsa olmazdır. Yoksa herhangi bir kitabın üzerinde basılı olan metni okuyabilmek bugün için kendi başına çok da şey ifade etmiyor. Daha geniş bir varlık alanını, daha büyük bir varlık alemini okumak, büyük resmi görmek yerinde olacaktır. ‘La teşbih ve la temsil’ (teşbih ve temsilde hata olmaz lafının aslı) diyerek çok önemli bulduğum şu örnekle bitirmek isterim: Allah’ın ayetleri Kuran mushafıyla sınırlı değildir, ama Kuran-ı Kerim Allah’ın ayetlerinden müteşekkildir. Bilmem anlatabildim mi?