Güncelleme Tarihi:
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki çıkışı, İngiliz basınında yer alan ifadeyle bir “öfke nöbetinin” sonucu da olabilir, İsrail’e yönelik “hesaplı ve zamanlamalı bir tepki” de...
Bunu ancak Erdoğan bilir, ama bir gerçek tartışılmaz: Ahmet Davutoğlu’nun başarıyla teorize ettiği yeni “pro-aktif” dış politikamız, Erdoğan gibi -kendi ifadesiyle- “gönlündekini söyleyen” bir liderle yürütülemez. Bunu sanırım Başbakan’ın kendisi de artık görmüştür.
Çünkü tüm bölgesel meselelerde, bütün taraflara eşit mesafedeki güçlü ve dengeli bir aktör olarak, adeta bir “deus ex machina” gibi müdahale etme iddiamız, ancak “diplomasiyi de politika kadar iyi bilen” liderlerle sürdürülebilir.
Yâni Erdoğan’ın “monşer” diyerek küçümsediği “kordiplomatiğe” burun kıvırmak bir yana, onun maharetlerine de hâkim olan “dengeli” bir siyasetçiyle...
* * *
Zirâ bir Arap atasözü şöyle diyor: “En iyi cevabı, kızgın olmayan bir adam verebilir.”
* * *
AKP dönemi dış politikamızın “Yeni Osmanlıcılık” akımı diye yaftalandığı çok oldu, fakat Erdoğan’ın Davos çıkışı, bu yakıştırmaya yeni bir boyut kazandırdı.
Bir Arap gazeteci çıkıp “Erdoğan halife olsun” diye saçmalarken, Türk internet forumlarında da “Osmanlı’nın geri dönüşü” müjdeleniyor.
Diğer yanda çok daha ciddi bir gelişme olarak, Arap dışişleri bakanları “bizim meselelerimize Arap olmayanlar karışmasın” diye Türkiye’yi üstü kapalı bir biçimde eleştiriyorlar.
Çünkü Filistin sorunu konusunda söz haklarını kaybetmekten, hatta geçen yüzyılda petrol peşindeki “emperyalist” devletler eliyle aşiretlerine bahşedilen “anti-demokratik” iktidarı, bu gidişatın sonunda yitirmekten korkuyorlar belki...
Elbette Hamas’ın, dolayısıyla İran ve Suriye’nin bölgede etkisini artırmasından da haklı olarak çekiniyorlar.
Yeni Osmanlıcılık tartışmalarının farklı bir boyut kazandığını gösteren en çarpıcı gelişme ise, İstanbul ve Gazze’de yaşanıyor.
Başbakan Erdoğan’ı, Davos dönüşü havalimanında karşılayan kalabalığın içinde, Türk ve Filistin bayraklarının bir kolajı görülüyor. Gazze’de Hamas’ın düzenlediği Erdoğan’a destek mitinginde de bu iki bayrak birlikte sallanıyor.
Heyhat! Acaba orada bulunanlardan kaç kişi biliyor?
Bugünkü Filistin bayrağı, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı başlatılan “Arap ayaklanması” için, 1916’da tasarlanmıştı. ‘Arap Aydınlar Konseyi’ne bağlı “ayrılıkçılar” İstanbul’da yaptıkları bir toplantının ardından bu bayrağı yaratmışlardı. Muhtemelen bu simgeselleştirmeye en çok, Osmanlı’yı bölmek isteyen ‘Arap Lawrence’ın İngilteresi sevinmişti.
Üzerinden daha 100 yıl geçmemişken, aynı bayrak, tuhaf bir ironiyle, “Türk-Filistin dayanışmasının” simgesi olarak kullanılıyor. İngiltere’nin tarihsel bir uzantısı olan ABD, bu kez bu gelişmeye hiç de sevinmiyor herhalde...
* * *
Bir de şöyle bir Yahudi atasözü var: “Dost kazanırken bir bedel ödemezsiniz. Fakat düşman edinmeniz için para vermeniz şarttır.”
* * *
“Pro-aktif” dış politikanın, “hamasi” bir liderlikten uzak durabildiği ölçüde başarılı olabileceğini kabul ediyorum.
Fakat bu politikayı yürütürken, Türk dış politikasının “tarihi evrimini” göz ardı etmeden, diplomatik geleneklerimizle aykırı düşmeden, “devletin devamlılığı” ilkesine de bağlı kalmalıyız.
Öyle ki, İkinci Abdülhamid’den beri, diplomaside bir “denge politikası” yürütüyoruz. Sultan Abdülhamid, çöken bir imparatorluğu devralmış ve büyük bir diplomat olmasına karşın ancak yıkılışı geciktirmeyi başarabilmişti.
Dış siyasi meselelerde, “diğer ülkelerin çatışan çıkarlarını kullanarak milli çıkar elde etmeyi” amaçlayan denge stratejisini mükemmelleştiren ise Atatürk olmuştu. Onun, Kurtuluş Savaşı boyunca İtalya ve Rusya’ya yönelik yaklaşımını ve son yıllarında da Hatay taktiğini hatırlayalım.
Ardından İsmet İnönü, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’ndan uzak tutmayı başararak, geleneksel denge siyasetimizin en önemli başarılarından birine imza attı. Soğuk Savaş boyunca da, NATO saflarında yer almamıza karşın, SSCB ile dengeyi korumayı sürdürdük.
Değişen küresel koşullarla birlikte hızla artan siyasi, askeri, ekonomik ve diplomatik gücümüzle bugün önemli bir “bölgesel aktör” haline gelsek de (üstelik zamanla bu gücümüz daha da artacak gibi), dengemizi altüst edebilecek “Yeni Osmanlıcı dolduruşlara” gelmemeliyiz.
Denge siyasetini, dış politikada “milli çıkarlardan” başka hiçbir faktörü (evet, ‘din kardeşliğini’de) umursamayan “basiretli” temsilcilerle sürdürmemiz şart.
Bu yüzden ya Başbakan Erdoğan biraz “monşerlik” öğrenecek veya Türkiye’nin milli çıkarları uğruna, gerektiğinde uluslararası platforma kendisi yerine “monşerlikten” biraz anlayan birini çıkaracak.
Yoksa ne mi olur?
Dış politika geleneklerimizi bir kenara itip risk alarak “dengeyi” bozduğumuz son seferde ne olmuştu?
İttihat ve Terakki’nin “romantik” maceraperestliğiyle, Arapların ve Orta Asya’ya dek tüm İslam aleminin arkamızda birleşeceğini umarak “yanlış tarafta” bir dünya savaşına girmiş ve Dimyat’a pirince giderken, İstanbul’dan bile olmuştuk.
Sırtımızda bir hançerle...