Güncelleme Tarihi:
İngiltere’nin Popstar yarışması olan ‘Britain’s Got Talent’ı geçen haftaki “performansıyla” sarsan Susan Boyle, bir anda uluslararası şöhrete kavuştu.
47 yaşındaki Boyle’un hikâyesi acıklıydı: Hayatı boyunca horlanmış, şarkıcı olma hayalini erteleyip yıllarca haste annesine bakmış ve ancak onun vasiyetiyle harekete geçip bu yarışmaya katılmış; işsiz, bakımsız ve kısmen özürlü bir kadın...
Yarışmanın “acımasız” jüri üyeleri, sahneye gelen Boyle’a, tüm izleyicilerle birlikte aşağılayıcı bakışlar attıktan, görünüşüyle ilgili iğneli laflar ettikten sonra, bu “zavallı” kadın, “I Dreamed a Dream” şarkısının notalarıyla kanatlanıp, o billur sesiyle, müzikal bir doruğa tırmanıverdi.
Sözde şaşkına dönen jüri üyelerinin takdir dolan bakışları ve aniden tutumunu değiştiren seyircinin alkış-kıyamet desteğiyle, bir dakika öncesinin acınası “hilkat garibesi” Boyle, bir dakika sonra “süperstar” oluverdi. İnternetin de büyüsüyle, öyküsü hızla yayıldı ve tüm dünyayı sardı.
Elbette bu hikaye, mümkün olamayacak kadar güzel. Boyle’un kişisel dramı bir gerçeklik olsa da, dünyada milyonlarca kişinin zaten her gün yaşadığı bu tür bir dramı kamuoyu nezdinde etkileyici kılan, onun “Disney tarzı sunumu” oldu.
Öyle ki tüm olay, bir “Notre Dame’ın Kamburu” estetiğiyle sahneye kondu. Alay ve takdir sekansı; acımasız kötü adamı oynayan jürinin karşısında önce ezilen, ama sonra tıpkı Rocky gibi, yeteneğinin ve çabalarının sayesinde onu mahçup eden iyi...
Bütün bir anlatı, en ince detayına kadar hesaplanmış ve en çok sayıda insana nüfuz edecek şekilde ölçülüp biçilmişti. Boyle’un söylediği şarkının, “Sefiller” müzikalinden seçilmiş olması bir tesadüf müydü mesela? Küresel ekonomik krizle beli bükülen dünya halkları, bu “estetik duygu sömürüsüne” nasıl kayıtsız kalabilirdi ki?
Kısacası, söz konusu yarışmanın yapımcısı Simon Cowell, tam bir pazarlama ustası olduğunu bir kez daha gösterdi. Elbette, böylesine başarıyla yürütülen “küresel bir PR kampanyası” için, sadece “sunumun” değil, “içeriğin” de sağlam olması gerekiyordu. Boyle’un son derece “hâkiki” dramı, ne özgün, ne biricik olsa da, ideal malzemeyi Cowell’a sağladı. Tüm dünyada piyasaya çıkacak müzik albümünün ve diğer “merchandise” ürünlerinin kaymağını da, Boyle’dan çok, Cowell yiyecek.
Öte yandan, “gösteri toplumunun” çarkları, siyasetin ve ekonominin hâlinden, hatta sistemin kapitalizm veya bir başka düzen olmasından bağımsız biçimde dönmeye devam edecek. Bir hâkikat payına sahip –ki zaten o yüzden çok tutulan- “içeriklerin”, postmodern bir “paketlemeyle” kapılarımıza kadar servis edildiğini görmeyi sürdüreceğiz.