Güncelleme Tarihi:
İsrail’in, işgal altında tuttuğu Gazze Şeridi’ne yönelik ablukayı kırmak amacıyla Akdeniz’in uluslararası sularında seyreden bir insani yardım filosundaki Türk yolcu gemisine yaptığı kanlı askeri operasyon tartışılıyor.
Operasyonun ardından Türk medyasında yer alan görüşler içinde bence en önemlisini, Fatih Çekirge bugün kaleme aldı ( http://tinyurl.com/3xfwpev ).
Çekirge, “Dikkat! Bu bir İsrail tuzağıdır” başlıklı yazısında, İsrail’in İran ile arabuluculuk sürecinden dolayı Türkiye ile ipleri kopardığını, bu nedenle AKP’yi uluslararası arenada ‘radikal İslamizm’e yakın bir hükümet gibi göstermek için uygulamaya koyduğu plan çerçevesinde bu operasyonu şekillendirdiğini söylüyordu.
Gerçekten de, Türkiye’deki İslamcı basında bugün yer alan “Siyonist Köpekler”, “Hitler’in Çocukları” ve benzeri manşetlere bakınca, Netanyahu Hükümeti’nin Türk toplumuna istediği ivmeyi bir ölçüde kazandırdığı görülüyor.
Ancak ana akım medyanın daha sâkin duruşu ile AKP Hükümeti’nin görece soğukkanlı açıklamaları, genel olarak Türkiye’nin –en azından şimdilik- Çekirge’nin işaret ettiği tuzağa düşmediğini gösteriyor.
* * *
Mavi Marmara gemisine yönelik operasyonla ilgili ilk görüntüleri dün seyrettiğimde, trajedinin, İsrail komandolarının spontane bir hatası yüzünden oluştuğu izlenimine kapılmıştım.
Yâni şöyle düşünmüştüm: “İsrailli komutan, gemiye helikopterle indirme yapmadan önce, yolcuların böylesine bir direniş sergileyeceğini, askerleri dövüp denize atacaklarını tahmin etmiyordu. Olaylar çığrından çıkmış.”
Konu üstünde biraz daha düşünüp diğer görüntüleri de izleyince fikrim değişti.
Sonuçta İsrail güvenlik güçleri bu konvoyu karşılamak için haftalardır hazırlık yapıyordu. USAK’tan Sedat Laçiner’in de işaret ettiği gibi, gemideki herkesle ilgili bilgiler, fotoğraflarıyla beraber İsrail komandolarının elinde bir kitapçık olarak mevcuttu.
Hatta bir adım daha ileriye gideyim: Çok muhtemeldir ki, gemideki yolcular içinde İsrail istihbaratına mensup ajanlar da vardı. Bu kişiler gemide silah olup olmadığını da, olası bir direnişin şiddetini de, kimler tarafından, ne şekilde uygulanacağını da gayet iyi biliyorlardı.
Dolayısıyla İsrail, operasyonun her aşamasını bilinçli bir şekilde gerçekleştirmiş olmalı. Hatta öldürülenler de muhtemelen doğrudan hedef alındılar. Böylece hem gelecekte düzenlenebilecek benzer girişimlerin olası organizatörleri ortadan kaldırıldı, hem de bu tür maceralara girişebilecek heveslilere bir uyarı mesajı verildi.
* * *
Peki Türkiye ne yapmalı?
Bozkurt-Lotus Davası’nda olduğu gibi Adalet Divanı’na mı gitmeli?
Uluslararası hukuk gereği Türkiye’nin İsrail’e karşı misliyle cevap verme hakkı kazandığını, hatta bunu bir “casus belli” (savaş sebebi) sayabileceğini savunanlar bile var.
Oysa askeri operasyonun sivil bir gemiye karşı uluslararası sularda gerçekleşmiş olması, ilk bakışta İsrail’in “korsanlık” yaptığı kanaatini doğursa da, uluslararası hukuk açısından bu ifadenin dahi meşruiyeti yok.
BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 101. Madde’si, “korsan” sözcüğünün sadece “özel” kişiler için kullanabileceğini, devletlere uyarlanamayacağını açıkça tespit ediyor.
Uluslararası sular meselesine gelince...
İsrail’in daha en başından beri operasyonun 12 millik Gazze karasularının çok dışında, 70 mil civarında gerçekleştiğini kabul etmesi, bu konuda güvendikleri bir şey olduğunun kanıtıydı aslında.
O güvence, sanırım Münhasır Ekonomik Bölge kavramıdır. Özellikle Avrupa ülkelerinin savunduğu bu kavrama göre devletler, kıyıdan 200 mil uzaklıktaki hayali bir sınıra kadar denizlerdeki doğal kaynakları münhasıran kullanma hakkına sahipler.
Mavi Marmara meselesi uluslararası bir mahkemeye taşınırsa, İsrail muhtemelen uluslararası meşruiyet açısından sorunlu Gazze ablukasına değil, kendi Münhasır Ekonomik Bölge’sine dayanarak operasyonu haklı göstermeye çalışacaktır. Örneğin diyebilirler ki:
“Bu gemilerin İsrail’e ait Münhasır Ekonomik Bölge’de izinsiz olarak doğalgaz arama çalışması yaptıklarından şüphelendik. Uluslararası hukuk kurallarına uygun biçimde durdurup aramak istedik. Direnişle karşılaşınca silaha başvurmak zorunda kaldık.”
Bu gerekçe elbette gerçeği yansıtmıyor; ama İsrail’in uluslararası krize neden olan meselelerde -Dubai’deki El Mebhu suikastı gibi eline yüzüne bulaştırdıkları da dahil- gerçeği yansıtmayan savunmalarla işin içinden sıyrılabildiğini biliyoruz.
* * *
Türkiye’nin uluslararası hukuk açısından eli zayıf görünse de, uluslararası siyaset açısından yapabileceği çok şey var.
Öncelikle, AKP Hükümeti’nin Filistin meselesine kimi zaman gereksiz bir ağırlık verdiğini düşündüğümü söyleyeyim.
Ama şunu da kabul etmem gerekiyor:
Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı olduğundan beri, Türk dış politikasının belirli bir tutarlılığı var.
Bu tutarlılığı sağlayan, ticaret eksenli yaklaşımın tüm meselelerde bir kapitone noktası olarak belirlenmesi.
Yâni Türkiye, Ermenistan’dan İran’a, Filistin’den Sudan’a dek tüm meselelerde “sıfır sorun” politikası güderken, aslında öncelikle ticaret yollarını açık tutmayı (veya açmayı) hedefliyor.
Davutoğlu’nun politikası, Türkiye’yi bölgesel bir ekonomik hegemon haline getirmeye yönelik. Ona göre:
İran’a yeni yaptırımlar getirilmemeli. İran Müslüman olduğu için değil, yeni yaptırımlar getirilirse Türkiye-İran ticareti sekteye uğrayacağı için...
Filistin sorunu çözülmeli. Filistin Müslüman olduğu için değil, bağımsız bir Filistin’in sıfırdan inşâsında en büyük payı Türk girişimciler alacağı için...
Davutoğlu’nun “sıfır sorun” temalı dış politikasının İslam eksenli olmadığının en önemli kanıtı da, Güneydoğu Avrupa’da yaptıklarıdır.
Hem Sırbistan’ın, hem de Bosna-Hersek’in güvenini kazanmak –dolayısıyla bu pazarların her ikisini birden Türkiye’ye açmak- herkesin başarabileceği bir iş değil.
Öyleyse İsrail ile yaşanan son krizde de, Netanyahu Hükümeti’nin tuzağına düşmemek gerekiyor.
Türkiye, “dürüst arabulucu” rolünü kaybetmesine neden olacak, onu İran-Suriye eksenine yaklaştıracak hiçbir adım atmamalı.
Brezilya ile omuz omuza sürdürdüğü “postmodern bağlantısızlar hareketine” bağlı kalmayı, gerektiğinde konjonktürel/geçici ittifaklar kurmayı sürdürmeli.
Mavi Marmara meselesinde de kendisini yalnızlaştırmadan Tel Aviv’i baskı altına alacak bir siyasi blok oluşturmaya çalışmalı.
Bu blok, şu aşamada İran’ı değil, Avrupa ülkelerini içeren bir ittifak olmalıdır.
Filoda gemisi bulunan ülkelerden İsveç’in dün yaptığı “Türkiye ile sürekli temas halindeyiz” açıklaması, Ankara’nın doğru yolda olduğunu gösteriyor.
Ankara bu yolda ilerleyerek, Fatih Çekirge’nin işaret ettiği gibi, Netanyahu Hükümeti’nin Türk toplumu üstünde uygulamaya çalıştığı siyasi manipülasyonu tersine çevirebilir.
Bu da doğrudan İsrail’i hedef alarak, medya üstünden “Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” türünden hamasi mesajlar vererek değil, uluslararası sistem içinde İsrail’i yalnızlaştıracak adımlar atarak mümkün olabilir.
Böylece bugün Filistin sorunun temel kaynağı olan sağcı İsrail hükümetinin devrilmesi ve orada barış yanlısı daha sol bir hükümetin iktidara gelmesi bile sağlayabilir.
Böyle bir gelişme, sorunun iki numaralı kaynağı olan Hamas’ın da, onu besleyen temel unsur olan İsrail’deki antitezinden mahrum kalacağı için pasifize olmasını sağlayacak ve Filistin meselesinin çözümü için daha olumlu dinamikler doğuracaktır.
Türkiye, İsrail’i her şartta korumayı sürdüreceği sinyalini veren ABD’ye rağmen bu domino etkisini oluşturmayı başarırsa, dünya tarihine geçecek bir bölgesel dönüşümü de başlatmış olur.
Gazze ise tüm bu süreçte, Türkiye’nin geniş dış politika perspektifinin merkezi değil, onu oluşturan onlarca parçadan biri olarak kalmalıdır.
NOT: Bu yazıdan, Davutoğlu’nun dış politikasını onayladığım sonucu çıkmamalı. Ben sadece bu politikanın kendi içinde tutarlı olduğunu, İsrail’in propagandasının aksine “İslamcı” olmadığını savunuyorum. Fakat bu ifade, bu politikanın sorunsuz olduğu anlamına gelmiyor. Aylar önce de yazdığım gibi bence en büyük sorun, “ticaret eksenli” bu dış politikanın, ona uygun iç politikalarla desteklenmediği için güdük kalmasıdır. Bu politika sayesinde dış ticaret yollarını açık tutmak, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına sanıldığı kadar hizmet etmiyor. Çünkü Türkiye kaynaklı üretimin/ihracatın düzeyi o kadar düşük ki, bu dış ticaretten nemalananlar, Çin yapımı ürünleri Türkiye üstünden örneğin Sudan’a satan Türk rantçılar oluyor. Türkiye üretim kapasitesini ve dolayısıyla ihracatını artırmadığı sürece, Davutoğlu’nun dış politikası gereksiz bir lüks olarak kalacak. Konuştuğum çoğu diplomat da aynı fikirde...