Oluşturulma Tarihi: Nisan 19, 2005 01:45
Rauf Denktaş’ın eşi Aydın Denktaş, onca acıya, yalnızlığa ve 71 yaşına rağmen, hálá çok güzel. Eşine sürekli destek olan Aydın Denktaş, acılar ve mücadele içinde geçen yaşantılarını Nur Batur’a anlattı.
Aydın Denktaş, eşi Rauf Denktaş’ın gizlice gittiği Kıbrıs’ta Rumlar tarafından yakalandıktan sonra yaşadığı dehşeti, çaresizliği sanki dünmüş gibi hatırlıyor. Üç yaşında Londra’da yaşama veda eden çocukları Dilek ise, aradan geçen yıllara rağmen hálá onu ‘çağırıyor’...
AYDIN Denktaş’la Lefkoşa’ya gitmeden önce İstanbul’da Polat Renaissance Oteli’nde buluşup 6 saat konuştuk. Hep çok güzel olduğunu duymuştum. Gerçekten de, 71 yaşında olmasına rağmen hálá güzel. Masmavi pırıl pırıl gözler ve beyaz bir ten. Daha da önemlisi, son derece sıcak, içten ve alçakgönüllü... Geçirdiği ağır hastalıklara ve 28 ameliyata rağmen hálá canlı ve hoşsohbet. 6 saat nasıl geçti anlayamadık.
Ama
Aydın Hanım çok da dertli. Günde 14 saat sürekli okuyup yazan ve Kıbrıs davasıyla yatıp kalkan bir adamın karısı olmak kolay mı?
Aydın Hanım, son yıllarda bunaldı mı kaçıp İstanbul’a geliyor. Biraz nefes alınca yeniden Lefkoşa’ya dönüyor.
‘Protokolü sevmiyorum. Hiç sevmedim’ diyor.
Aydın Hanım’ın ne cumhurbaşkanlığı var gözünde, ne de Kıbrıslı Türklerin
‘Saray’ dediği, İngiltere’nin idaresindeyken İngiliz komiserinin yaşadığı, Lefkoşa’nın göbeğindeki 2 katlı villa. O hálá 16 yaşında áşık olup evlendiği genç avukatı geri istiyor sanki...
HER ZAMAN YALNIZIM
Rauf Bey’le Girne’deki terasının balkonunda oturup güneşi birlikte batırmayı hayal ediyor. Belki de sadece
‘Sen de haklısın Aydın’ demesini istiyor.
‘Ben, çocuklarımla, kocamla ve evimde mutlu olurdum. Ama olmadı. Evlendikten kısa bir süre sonra kendisini tamamen Kıbrıs davasına verdiği zaman çok ağladım. Ben onu o zaman kaybettim.’
Aydın Denktaş bütün içtenliğiyle dünyasını açtı bana. Onun ağlayarak anlattıklarının ancak bir bölümünü yazabiliyorum. Büyük bölümü şimdilik bende saklı.
Konuşmaya başlar başlamaz ilk sözü
‘Ben her zaman yalnızım’ demek oldu. Ayrılırken de yine yalnızlığından yakındı.
Rauf Denktaş, İstanbul’daydı ama bir konferanstan diğerine koşuşturup duruyordu.
Aydın Hanım ise 2 tam gün otelde olmasına rağmen
Denktaş Bey’i görememişti. Ama yine de aklı hep ondaydı. İçini çekerek anlatmaya başladı:
‘Hakikaten çok yazık olur. Eğer Kıbrıs satılırsa bütün emekleri mahvolur. Adamı perişan eder. Allah korusun, ölümüne sebep olur. Çünkü çok verdi kendini. Çok verdi. Yalnız kaldım. Çocuklarımı yalnız büyüttüm. Ben de destek oldum, hiçbir zaman köstek olmadım.’
OĞLUMUZUN CENAZESİ
Aydın Hanım’la sayfaları geriye doğru çevirmeye başlıyoruz. Acılı yıllara doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
Aydın Hanım anlattıkça ağlıyor. Ben ağlamamak için kendimi zor tutuyorum:
‘Dilek üç yaşına kadar yaşadı. Spastik bir çocuktu. 6 aydan sonra belli oldu. Ben 3 sene sokak yüzü görmedim. Benim kucağımdan başka ne uyuyordu, ne yemek yiyordu. Götürmedik yer bırakmadık. Beyrut’a gittik; velhasıl çok çekti evladım. Beyin ameliyatı olacak diye Londra’ya götürdük, yetiştiremediler. Sabahına öldü. Orada gömülüdür. Ben her sene gitmek isterim. Büyük bir mezarlık. ‘Meleğim beni çağır, yanına geleyim’ derim. O kalabalığın içinde mezar çağırır beni. Hemen bulurum mezarı. Çocuklara belli etmemek için Dilek’i orada bırakmak mecburiyetinde kaldık. 12 Mayıs 1957’de öldü Dilek. 1958 Eylül’ünde de Münir’i bademcik ameliyatında kaybettik. Aynı senenin içinde düşünebilir misiniz? Ben yıkıldım. Raif’e söyleyemedik.
Rauf, Münir’i ameliyat ettirdiğim zaman vazife için Ankara’daydı. Kendi de bademcik ameliyatı geçirdiği için çocuğu bademcik ameliyatı yaptırmaktan çok korkuyordu. Ne olur yapmayalım dedi. Ama çocuk o kadar bitkin hale gelmişti ki artık merdivenleri emekleyerek çıkıyordu. 7 yaşındaydı.
Dr. Küçük, o zaman ‘Ben mesuliyeti alıyorum üstüme, babası yokken gidelim yaptıralım. Beş dakikalık iş. Olur biter’ dedi. Ama ameliyat odasından çocuğun kanları çıktı. Damarını kesmiş doktor. Doktor Burhan Nalbantoğlu yakın dostuydu kocamın. Çok üzüldü; ama geri gelmez ki. Güvendik işte ne bilirsiniz. Rauf cenazeye bile gelemedi. İşte Kıbrıs vazifesi başlıyor orada. Evladının cenazesine gelemedi.’RAUF DENKTAŞ EŞİYLE BERABERLİKLERİNİ ANLATIYOR
Aydın’a büyük haksızlık yaptığımı teslim ediyorum
Denktaş Bey’e,
Aydın Hanım’ı ilk gördüğü anı da sordum. 71 yıl öncesine döndü ve anlatmaya başladı:
‘Eczacı Münir Bey oğlan bekliyormuş. Adını da bulmuş: Aydın. Çocuk kız olunca Münir Bey ‘Evim aydınlık oldu, adı yine de Aydın olsun’ demiş... Ben 9 yaşındaydım. Aydın’ın anneannesi benim yengemdir. Doğduğu anda Aydın’ı kucağıma verdi. ‘İşte senin nişanlın’ dedi. Aydın, bebek yarışmasında derece alacak kadar sağlıklı ve güzel bir kızdı.
14 yıl sonra ben 23 yaşındaydım. Aydın ise daha çocuk denecek yaştaydı.Hukuk okumaya gittiğim İngiltere’den artık dönüyordum. 1947 yılının mart ayında Fuadiye vapuruyla İskenderiye’den Magosa Limanı’na geldim. Güvertedeyim. Yüreğim yerinden çıkacak gibi çarpıyor. Yengem İsmet Hanım ve diğer yengelerim orada. Gözlerim Sacide Yengemin küçük kızını arıyor. Yok... ‘Aydın nerede?’ diye soruyorum. ‘Okulu vardı gelemedi’ dediler. Çok üzüldüm.
Akşam bütün aile bir araya geldik. Sarı saçlı, mavi gözlü kız bana uzaktan bakıp gülümsüyor. O gece ‘18 yaşına gelmeden evlenmeyiz’ diye söz verip nişanlandık.
Bugün geriye baktığımda eşime büyük haksızlık ettiğimi teslim ediyorum.
Bir kız 18-20 yaşında bile evliliğin ağır sorumluluğunu paylaşacak olgunluğa erişmiş değildir. Ancak o günlerde bunları düşünecek durumda değildim.
Bugün evliğimizin 50. yılındayız. 6 çocuğumuz oldu. Sevinçlerini paylaştık. Üçünü Allah aldı. Acılarını kalbimize gömdük. Birbirimizi daha da perişan etmemek için gözyaşlarımızı içimize akıtmasını öğrendik. Tesellimizi torunlarımızda bulmaya çalışıyoruz.’Demirel ‘Habersiz gitmemeliydi’ dediği an kendimi zor tuttumYıl 1968.
Rauf Denktaş, Ankara’da 4.5 yıl adeta bir sürgün hayatı yaşadıktan sonra gizlice Kıbrıs’a çıktı ve Rumlar tarafından yakalandı. Ya Ankara’da kalan karısı ve çocukları?..
Aydın Hanım’la o günleri birlikte yaşıyoruz:
‘Bana ‘Sen benim ikinci karımsın, birinci karım cemaatimdir. Onların yanına gideceğim. Sana çocukları emanet ediyorum’ dedi ve gitti. O zaman Başbakan Süleyman Demirel’di. Demirel’e gittim. ‘Niye benden habersiz gönderdiniz’ dedim. Demirel bana, ‘Bizden habersiz gitmemeliydi’ dediği an bayılmamak için zor tuttum kendimi. Ben de inanıyordum ki hakikaten hükümet gönderdi. Halbuki gizli yoldan gitmiş. Bana da mektuplar yazıp bırakmış. Vedat Çelik Bey, bana üç günde bir mektup getiriyordu. Demirel’in yanından çıktım, İnönü’ye gittim. Allah rahmet eylesin. O da bana ‘Neden bizden habersiz gitti?’ dedi. ‘Bilmiyorum efendim. Ben İstanbul’a gitti zannediyordum’ dedim.
Nereye gideceğimi şaşırdım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Çocuklar küçük. Yalnız rahmetli oğlum 13-14 yaşında. O da babasıyla çok gitmek istediği için zaten çok üzüntülü. Eve nasıl haber vereceğim. Nasıl söyleyeceğim. Velhasıl İnönü bana dedi ki ‘Hiç merak etme, ona hiçbir şey yapamazlar. Biz onu kurtaracağız. Senin bir gün elin öpülecek. Sen kuvvetli ol, sabret. İsyan etme’ dedi. Nur içinde yatsın, hiç unutmam.
Tabii oradan büyük bir moral aldım. Gittim çocuklara dedim ki, ‘Aman hiç üzülmeyin, ağlamayın’. Onlara söylüyorum, ama ben ağlıyorum. Onlar da bana ‘Neden ağlıyorsun’ diyorlar. ‘Komşu öldü’ dedim.’Cafer bana manyak dediYılan Adası’ndaki 2 katlı villada
Denktaş’la birlikte Akdeniz’i seyreden biri daha var:
Cafer... Denktaş’ın ünlü papağanı... Kafesinin yanına gidiyoruz.
Denktaş Bey bütün sevecenliğiyle sesleniyor:
-
Cafer!.. Cafer n’apıyoşun?
Cafer’den ses yok.
‘Bu ne yaptı bana biliyor musun?’ deyip anlatmaya başlıyor:
- Bir gün kaçtı. Evvela dediler ki Jasmin Court’un bahçesinde. Koşarak oraya gittik. Baktım ağacın tepesinde oturuyor. Mükafat vereceğim dedik diye bir adam ağaca tırmanacak. Oğlum dallar ince düşüp öleceksin, vazgeç. Biri eğildi kulağıma, ‘İtfaiye su fışkırtsa üstüne uçamaz, düşer’ dedi. Ben de düşünmeden ‘Gelsin’ dedim. İtfaiye geldi suyu fışkırttı. Cafer pırrr dedi gitti. İki gün sonra yine gazeteye ilan verdik. Mükafat verilecek diye. Bir telefon aldık yakın köyden. Polisi gönderdim. Aldı kafesin içinde getirdi. Yine kafesine koydum. Cafer, bana bir baktı, baktı ‘Manyak’ dedi. Terbiyesiz.’
Cafer’den yine ses yok... Cafer’in bugün keyfi yok.
21 yıllık cumhuriyet bırakıp ayrılıyorumAkşam üzeri
Rauf Denktaş, Yakın Doğu Üniversitesi’ne gideceğini söyledi. Beni de davet etti. KKTCB plakalı Mercedes’inde yine konuşa konuşa gittik üniversiteye. Rektör kapıda karşıladı. İçeri girdik. Anadolu’dan gazeteciler gelmiş. Şarabımızı alıp oturduk ve soru bombardımanı başladı.
Denktaş gürül gürül akan bir nehir gibi.
‘Dava Denktaş’ın davası değil. Türkiye’nin davası’ diyor.
‘Erdoğan’a kırgın mısınız?’ diye soruyorlar.
‘Beni Erdoğan’la kavga ettiremezsiniz. Türkiye’yle kavga etmem. Türkiye, KKTC’yi tanıyor. Bunu senet olarak görüyoruz’ diyor. Davaya sıkı sıkı sarılmayan Kıbrıslı Türk gençlere de esip savuruyor:
‘Kimse bu halkın alnına ‘Türkiye’yi istemedi’ diye yazamaz.’
Denktaş konuştukça canlanıyor, canlandıkça coşuyor.
Oradan çıktık, Bayrak Radyo ve Televizyonu’na gittik. Gazeteci
Mete Tümerkan bekliyor.
Denktaş’a uzun uzun makyaj yapılıyor.
‘Bana bile bu kadar makyaj yapmıyorlar’ diye takılıyorum.
Denktaş altta kalır mı?
‘Senin kelin yok da onun için’ deyip kahkahayı patlatıyor.
Sonra yine anlatmaya başlıyor.
Mete de benim aklımdaki soruyu soruyor:
‘Neden aday olmadınız?’
‘Farz et ki girdim, kazandım ve öldüm. Arkamdan kim gelecek bilmeyeceğim. Ama şimdi gözlerim açıkken benden sonra geleni göreceğim. 21 yıllık bir cumhuriyet bırakıyorum. Cumhuriyeti yaşatacakların yanında olmak isterim. Eğer vazgeçerlerse de halkın yanında olmak isterim. Atatürk ne demiş: Adalet ve hak istiyorsan, bağımsız olman lazım. Bağımsızlığı vermeye kalkanlara karşı savaşırım. Anadolu’yu ayağa kaldırırım. 21 yaşındaki evladımızı korumalıyız.’
Denktaş bir saat canlı yayında konuşuyor. Sanki 28 yaşında, Rumların Enosis sevdasına karşı bayrak açan heyecanlı, genç bir avukat gibi. Çıkıyoruz. Beni otelime bıraktığı zaman gece 11.00.
Ben yorgunum; ama o çalışmaya gidiyor.
Nutuk ve Kuran’ı sürekli okurumRauf Denktaş’la Yılan Adası’ndaki iki katlı villasında ilginç bir kitap sohbeti yaptık:
- Efendim bir başucu kitabınız var mı?‘Ben kitapları bir şey öğrenmek için okurum’ diye konuşmaya başlıyor ve koltuğun gözündeki kitabı çıkartıp gösteriyor:
‘Kapitalizmin Son Direnişi.’ Yazarı
Özer Ertuna.
Anlatıyor:
‘Eskiden çok roman okurdum, ama şimdi biyografi, otobiyografi ve tarihi bir kitap okuyorum. ’
- Bill Clinton’ı okudunuz mu?- Aldım ama okumadım. Methini işittim... Özellikle Hillary ile olan münasebetleri.
- Şimdi Türkiye’de en çok Hitler’in Kavgam’ı satılıyor. Okudunuz mu?
- Ben çıktığı zaman İngilizcesini okudum. Nerden popüler oldu anlamadım.
- Ya Atatürk?
- Nutuk’u babam ölmezden kısa bir süre önce 17 yaşında okudum. Nutuk’un bir iki cildi de var bende. Sıkıldıkça oraya elimi atarım. Almak zorunda kaldığı kararları neden aldı? Onu görüyorsunuz. Aklında bir vizyon var. Ama tümünü açıklamıyor etrafına. Cumhuriyeti ilan edeceğini aklına çok evvelden koymuş. Okuduğunuzda şunu öğreniyorsunuz. Stratejist bir hedefe varacaksa tümünü derhal açıklamaz. Nutuk’tan etkilendim. Bakmak ihtiyacını duyuyorum ve her defasında da yeni bir şey buluyorum. Gençlere de hep tavsiye ediyorum. Okuyun, okumuşsanız yine okuyun. Nutuk, Kuranı Kerim gibidir. Şimdi benzettim diye dinciler saldırmasın! Kuran’ı da her okudukça bu kadar zaman bu kadar okuduğum halde bir yerine gelince diyorum ki, bak burası aklımda kalmamıştı.