Güncelleme Tarihi:
Deutsche Welle İfade Özgürlüğü ödülünü bugün bu törende alıyor olmak benim için büyük bir onurdur. Öncelikle Deutsche Welle Yönetim Kurulu’na beni ve gazetemi bu ödüle layık gördükleri için teşekkürlerimi sunmak isterim.
Bu vesileyle buradan Deutsche Welle Genel Müdürü Peter Limbourg’a da selamlarımı göndermek istiyorum. Gazetemizin merkezinin geçen eylül ayı başında uğradığı iki saldırıdan sonra kendisinin bizlere desteğini belirtmek üzere gazetemize yaptığı ziyareti hep hatırlayacağım. Bu ziyaret, herhangi birimiz saldırıya uğradığında ve basın özgürlüğü hedef alındığında gazetecilerin kendi aralarındaki dayanışmanın, işbirliğinin ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu bizlere göstermişti.
Bu ödülü alırken kendimi karışık duygular içinde bulduğumu itiraf etmeliyim. Şu nedenle; ödüller genellikle alan insanlara memnuniyet veren şeylerdir. Ancak ifade özgürlüğü ödülü almak çok da mutluluk verici bir hadise değildir. Aldığınız ödülün konusu ifade özgürlüğü olunca, bu özgürlüğün içinde bulunduğu durumun kaygı verici boyutu kaçınılmaz olarak ağırlık kazanıyor. Ve ödül ülkemde ifade özgürlüğünün durumuyla ilgili bir mesaj niteliği de taşıyor. Bu karışık duygular içinde burukluğun da bir hayli ağır bastığını belirtmeliyim.
Bu konuşmamın içeriği üzerinde düşünürken aklıma bir dizi düşünce takıldı. İfade özgürlüğü, insanlığın en temel değerlerinden biri; insanın toplum içindeki varlığının mütemmim bir cüzü. İnsan olmanın bu vazgeçilmez gereğini eksilten her şey insanlık idealine ve insanlık onuruna da aykırıdır.
İnsanlık tarihi muhtelif düzlemlerde okunabilir. Bir düzlemde, ifade özgürlüğünün önünü açmak isteyenlerle, bunun önünü kapatmak, kısmak isteyenler arasındaki bir büyük çekişmenin tarihi olarak da okunabilir. İnsanlık tarihi, ifade özgürlüğü için ödenen büyük bedellerin de öyküsüdür. Bu bedel, insanların hayatı olmuştur, sürgünler olmuştur, demir parmaklıklar ve muhtelif baskı ve terör yöntemleri altında yaşanan sıkıntılar, acılar olmuştur. Kendi ülkemin tarihi de bu açıdan ödenmiş yüksek bedellerin öyküsüdür. Ben pek çok saygın gazetecisini, yazarını suikastlara, teröre kurban vermiş bir ülkeden geliyorum. Bu listeye gazetemin benden önceki genel yayın yönetmenlerinden biri olan Çetin Emeç de dahildir.
Üzücü olan bir nokta, 2016 yılında gelindiğinde, dünyamızın ifade özgürlüğü bakımından hala ağır sorunlara, kaygılara, acılara sahne olmasıdır. İfade özgürlüğünün korunması için ödüller veriliyor olması bunun en açık kanıtıdır. Çünkü bu ödüllerin verilmesini gerekli kılan durumlar, dolayısıyla ifade özgürlüğünü desteklemeye duyulan ciddi bir ihtiyacın varlığı ortadan kalkmış değildir.
Ne yazık ki, insan hakları ve ifade özgürlüğünün seyrini gözlemek amacıyla kurulmuş olan bütün kuruluşlarının son yıllardaki raporları dünyada bu alanda genel bir kötüye gidişin sürmekte olduğuna işaret ediyor. Bütün bu raporlar, ifade özgürlüğünün artan ölçüde tehdit gördüğüne işaret ediyor. Dünyaca saygın Freedom House adlı kuruluşun 2015 yılı küresel özgürlükler raporuna göre, temel hakların durumu dünyamızda genel bir gerileme kaydetmiştir. Üstelik bu gerileme dokuz yıldır kesintisiz bir şekilde sürmektedir. Freedom House’a göre, demokrasinin dünyada başat yönetim şekli olarak kabulü son 25 yıl içindeki en yüksek tehditle karşı karşıyadır.
Bu arada ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda karşımızda belirmekte olan ve henüz tam olarak teşhis edilmemiş olan yeni bir küresel sorun daha var. Bu sorun, ifade özgürlüğü ile ilgili sıkıntıların yalnızca üçüncü dünya ülkelerinde, diktatörlüklerde, monarşilerde değil aynı zamanda demokrasi olma iddiasındaki ülkelerde de artan ölçüde karşımıza çıkmakta oluşudur. Görünüşte demokrasinin bütün şekilsel gereklerinin yerine getirildiği ama uygulamada işin özüne gelindiğinde ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün sınırlandığı, dolayısıyla demokrasinin içinin boşaltıldığı durumlardan söz ediyorum. Günümüzde demokrasileri bekleyen en önde gelen tehditlerden biri budur.
Bugün günümüzde bu tür yanıltma içeren sayısız sakatlanmış demokrasi uygulaması var dünyada. Siyaset bilimciler, bu modellere yeni tanımlar getirmekle meşguller. Şimdiden seçimli otoriterlik, illiberal democracy, popülist otoriterlik gibi terimler kullanılıyor. Bütün bu modellerin hepsinin ortak bir paydası var. Hepsi de muhtelif yöntem ve mekanizmalarla topluma bilgi akışını kontrol altına alarak vatandaşın bilgilenme hakkını kısıtlama uygulamalarına girişiyorlar. Bu modellerin demokrasi görüntüsü altında işlemesi, yaşanan ifade özgürlüğü sorunlarının teşhisini ve bunlarla mücadele edilebilmesini güçleştirmektedir.
Bizler açısından düşündürücü olması gereken, Avrupa kıtasının da bu otoriterleşme yönelişinden çok bağışık olmadığı gerçeğidir. Avrupa’da bugün demokratik standartları gerileyen ülkeler var. Hatta bunlar arasında AB’ye tam üye olan ülkeler de var. Macaristan’ın son yıllarda çizdiği olumsuz örneği Polonya izliyor. AB’ye tam üyelik yönünde adımlar atmakta olan Balkan ülkelerinin çoğunda tablonun farklı olduğunu söylemek mümkün değildir.
Yüzyılın başında Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini AB’nin bünyesine katmayı amaçlayan büyük bir genişleme hamlesi gerçekleştirildi. Büyük Avrupa projesi çerçevesindeki genişleme süreciyle söz konusu ülkeler demokrasi, hukukun üstünlüğü, açık toplum değerleri ve pazar ekonomisini doğrultusunda dönüştürülecekti. Ne yazık ki bu proje bugün bir duraklama dönemine, hatta bir krizin içine girmiştir.
Avrupa’nın kendi içindeki evrensel değerleri ne ölçüde koruyabildiği konusunda hararetli bir tartışma sürmektedir. Mülteciler konusunda yapılan düzenlemelerin Avrupa’yı kendi değerlerinden uzaklaştırdığı konusunda yaygın eleştiriler söz konusudur. Yabancı düşmanlığının, hoşgörüsüzlüğün, ırkçılığın, nefret söyleminin, İslam düşmanlığının, otoriterleşmenin, kutuplaştırıcı bir biz-siz retoriğinin ve popülist bir söylemin hızla zemin kazandığı günlerden geçiyoruz. Bir önceki yüzyılda kaldığını zannettiğimiz bazı hayaletler yeniden karşımıza çıkıyor.
Oysa 1990’lı yılların başında Berlin Duvarı yıkıldığında ve demir perde ülkeleri birbiri ardına çöktüklerinde Avrupa kıtasının geleceği konusunda ne kadar da iyimserdik. Hatta insanoğlunun sosyal ve politik evriminin sonuna gelindiğine, tarihin bittiğine bile hükmedilmişti. Artık liberal demokrasinin çağı başlamıştı ve tarihin akışı geri dönüşü olmayan ileri yönde bir seyre girmişti. Bugün dünyanın gidişine bakınca Francis Fukuyama’nın tarihin akışına fazla naif baktığını söylemek hata olmaz.
Bu tablo Avrupa kurumlarını da büyük bir sınavla karşı karşıya getiriyor. İkinci dünya savaşının sonra ermesinden sonra kurulun bu yapılar -başta Avrupa Konseyi olmak üzere- yirminci yüzyılın ikinci yarısında demokrasi, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü gibi değerlerin yerleşmesi, korunması ve güçlenmesinde hayati bir rol oynadılar. Geçirdiği kurumsal dönüşüm içinde Avrupa Birliği de bu arayışların vardığı en üst noktadır.
Gelgelelim bu kurumların günümüzde Avrupa kimliğini tanımlayan değerlerin, ideallerin korunması konusunda aynı etkiyi sürdürebildiklerini söylemek mümkün değildir. Aksine koruyamadıkları konusundaki görüşler güçlenmektedir. Kendi değerlerini koruyamadığı için bu kurumlar moral otoritelerini de kaybetmektedirler.
Bu meseleyi özellikle tam üye adayı olan kendi ülkemin özelinde irdelemek isterim. Olağan uygulamada katılım sürecinin bir aday ülkede demokratik standartların yükselmesinin, ifade özgürlüğünün önünün açılmasının güvencesi olması gerekir. Nitekim AB, 1990 sonrasındaki genişleme döneminde bütün eski doğu bloku ülkelerinde demokratik kurumların inşa edilmesi ve işler hale getirilmesinde büyük bir dönüştürücü etkide bulunmuştur.
Türkiye’nin 1999 sonunda başlayan katılım süreci de ilk dönemde benzer bir etkiyi yaratmıştır. Gerçekten de sürecin başlangıç döneminde Türkiye’de demokratikleşme alanında büyük reformlar gerçekleştirilmiş, pek çok tabu konu tartışılmaya başlamış, sonuçta ifade özgürlüğünün sınırları sürekli bir şekilde genişlemiştir. Ben de burada bir gazeteci olarak bu döneme tanıklık etmiş ve kaydedilen iyileştirmelerden istifade etmiş biri olarak konuşuyorum.
1999 yılı sonunda AB’nin Helsinki zirvesinde Türkiye’nin tam üye adaylığı açıklandığında, ardından 2004 yılı Aralık Brüksel’deki AB zirvesinde müzakerelere başlama kararı alındığında ve nihayet 2005 yılı Ekim ayında Strasbourg’da müzakereler fiilen başladığında nasıl büyük bir iyimserlik dalgasının Türkiye’yi kapladığını çok iyi hatırlıyorum. Hepimiz coşkulu bir ruh hali içindeydik, ülkemizin geleceğine umutla bakıyorduk.
Bu iyimser havanın yerini bugün karamsarlık ve belirsizlik almıştır. Bunda kuşkusuz her iki tarafın da sorumluluğu var. Başta Almanya ve Fransa’nın Türkiye’nin tam üyeliği konusunda isteksiz bir tutuma yönelmelerinin Türkiye’deki reform heyecanının kaybedilmesinde önemli bir etkisi olmuştur. Ancak Türkiye‘de de özellikle 2009 sonrasında reform sürecinin duraklamaya girdiği ve bu doğrultudan sapma eğilimlerinin ortaya çıktığı ve zemin kazandığı da bir gerçektir. Şu da bir gerçektir ki, bu eğilimlerin belirmesi ve sonuçlarının görülür hale gelmesiyle birlikte, Avrupa Birliği de bu yönelişleri fark etmekte, okumakta ve analiz etmekte büyük bir kurumsal başarısızlık sergilemiştir.
AB’nin son yıllardaki Türkiye ilerleme raporlarına baktığımızda ifade özgürlüğü ve demokrasi konusundaki eleştirilerin hacminin her yıl arttığını görüyoruz. Burada bir çelişki yok mu? Katılım sürecinin teorik olarak bir aday ülkenin demokrasisini ileri götürmesi esastır. Oysa Türkiye örneğinde katılım sürecinin demokrasi konusunda koruyucu bir sigorta ve kalkan işlevi görmemiştir. Bu durumun AB açısından kurumsal bir sorun ve başarısızlık olduğu inkar edilemez. Bu koruyucu güvence işlemiş olsaydı, bugün benim bu sahnede bir ifade özgürlüğü ödülü almamam gerekirdi.
Bakın, ben bugün bir koruma polisinin refakatinde sokağa çıkan bir gazete yöneticisiyim. Ayrıca, gazetemizin geçen eylül ayında uğradığı fiziki saldırılar ve gazetemizin önde gelen bir yazarının dövülmesinden sonra gazetem bana kurşun geçirmez bir araba tahsis etmek zorunda kaldı. Tam üye adayı bir ülkede ülkenin en büyük gazetesinin genel yayın yönetmeninin bir korumayla ve kurşun geçirmez arabada dolaşması olağan bir durum olarak görülemez. Meslek hayatımın 41. Yılında geldiğim nokta budur. Bundan 10 yıl önce tam üyelik görüşmeleri başladığında, 2016 yılında kendimi böyle bir durumun içinde bulacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. O zaman tahayyül edilemeyecek olan şey bugünün gerçeğidir.
Türkiye’de gazetecilerin bugün hedef olduğu sorunların uzun bir listesi var. Bunlara ne yazık ki son dönemde fiziki saldırılar da eklenmiştir. Ama diğer meslektaşlarımın karşılaştıkları daha ağır sorunlar karşısında benim burada kendi sorunlarımdan şikayet etmem çok da doğru olmaz. Bugün adliye saraylarına gittiğinizde koridorda duruşmaları için bekleşen sanık gazetecilere rastlamanız bir tesadüf olmaz. Gazeteciler hakkında hakaret ya da teröre destek gibi suçlamalarla açılmış yüzlerce dava ya da soruşturma var. Gazetecilerin, köşe yazarlarının yargılamalarına son aylarda gazetemizde geniş bir yer ayırmak durumunda kalıyoruz. Ben de bir haberden dolayı Cumhurbaşkanı’na hakaret suçundan dolayı 4 yıla kadar hapis cezası yargılanıyorum. Geçen nisan ayında hayatımda ilk kez sanık olarak hakim karşısına çıktım. Duruşma salonlarına daha önce hep muhabir olarak gitmiştim. Sanık sandalyesinde oturmak, hakimin karşısında ayağa kalkıp sorulara yanıt vermek değişik bir duyguymuş. Bu arada, bazı meslektaşlarımızın tutuklanarak cezaevine konmaları, hapis cezasına çarptırılmaları, uzun tutukluluk süreleri bir başka ciddi kaygı kaynağıdır.
Türkiye’de sorunun bir boyutu halen yürürlükte olan ve gazetecilerin kolaylıkla yargılanabilmelerini mümkün kılan mevzuattır. Ayrıca, bazı savcıların ve hakimlerin zaten sınırlayıcı olan mevzuatı katı bir şekilde tefsir ederek hareket etmeleri gazetecilerin işini iyice zorlaştırmaktadır. Örneğin bugün Doğan Medya Grubu hakkında terörü desteklediği iddiasıyla yedi aydır yürütülmekte olan bir soruşturma söz konusudur. Sonuçta, bütün bu uygulamalar bir araya geldiğinde ifade özgürlüğü üzerinde belirgin bir caydırıcı etki (chilling effect) yaratmaktadır.
Ben Türkiye’nin en büyük medya grubunun en büyük gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak görev yapıyorum. Bir genel yayın yönetmeninin duruşu her şeyden önce arkasındaki yayıncının iradesinin de bir yansımasıdır. Bu görevimi yürütebildiysem, bu, büyük ölçüde arkamdaki irade sayesinde mümkün olmuştur.
Bizim Doğan Grubu olarak bağımsız gazeteciliğimizi sürdürmemiz Türkiye’de ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün en önemli güvencelerinden biridir. Biz sadece işimizi yapmak istiyoruz ve evrensel ölçülerde yapmak istiyoruz. Grup olarak özellikle 2009 sonrasında bunun için büyük bedeller ödedik, ödemeye devam ediyoruz. Gazetemizin uğradığı saldırılar bu bedellerin küçük bir parçasıdır. Grubumuzun karşılaştığı haksız uygulamaların listesi uzundur, ancak bugün burada kendi meselelerimizi sıralamam doğru olmaz. Her halükarda bugün almakta olduğum ödül, benim ve meslektaşlarımın bağımsız gazetecilik hedefi doğrultusunda yolumuza devam etmemiz için büyük bir teşvik olacaktır.
Bu vesileyle ifade özgürlüğü ödülü için Deutsche Welle Yönetim Kurulu’na bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu ödülü alırken halen dünyanın dört bir tarafında demir parmaklıklar arkasında özgürlüklerinden yoksun bırakılmış olan ya da yargılama tehdidi ya da muhtelif baskı yöntemleriyle korkutulan, sindirilmeye çalışılan bütün meslektaşlarıma dayanışma duygularımı göndermek istiyorum.
Bu ödüllerin en büyük anlamı aslında alan şahıs ve kurumların ötesinde demokrasinin en hayati öğelerinden biri olan ifade özgürlüğü idealinin yüceltilmesine sağladıkları katkıdır. Bugün hepimizin burada ifade özgürlüğünü desteklemek üzere bir araya gelmiş olmamız bile yeteri kadar anlamlıdır. Bizlerin ifade özgürlüğü idealini yaşatma kararlılığını sürdürmemiz, bu özgürlükten korkanlara, onu ortadan kaldırmaya çalışanlara verilecek en etkili yanıttır.
Sözlerime son verirken 1915 olaylarını soykırım olarak kabul eden bir tasarının Alman parlamentosunca kabul edilmesinin Türkiye’de yarattığı derin hayal kırıklığını da dile getirmeme izin verin. Türk halkının çoğunluğu tarafından haksız ve kabul edilemez görülmektedir. Benim hislerim de farklı değil. Evet, iki komşu ulus arasında bir uzlaşma ihtiyacı var. Ancak Alman Parlamentosu Bundestag tarafından kabul edilen türde bir karar, bu çabalar üzerinde ters bir etki yaratacaktır. Bu kararın Türkiye ve Almanya ilişkilerine olumsuz etkide bulunacağını ve bu ilişkiyi daha da karmaşıklaştıracağını da söylemeliyim.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.