Güncelleme Tarihi:
Uygur Bölgesi'nden müthiş fotoğraflar...
25 Mayıs akşamı Londra’dan saat 20.25’de kalkan akşam uçağıyla direkt Pekin Capital Havaalanı’na geldiğimde saat 13.00’ü bulmuştu. Yaklaşık dokuz buçuk saatlik yolculuktan sonra indiğim Pekin Havaalanı’na hayran kalmamak elde değildi. Herşey o kadar temiz ve düzenliydi ki. Avrupa ve ABD’deki havaalanları yanında sıfır kalırdı. Heryer işaretliydi. İç Hatlar, Dış Hatlara nasıl gidileceği bile ayak izleriyle gösterilmişti. Her taraf Olimpiyat reklamlarıyla doluydu. İnsan, olimpiyatların yapılacağı Pekin’e geldiğini terminallerde hissediyordu. Uçaktan iner inmez pasaport kontrolundan geçtikten sonra iç hatlara geçtim. Giriş formuna Pekin’de kalacağım yer olarak aklıma ilk gelen otel ismi olan Sheraton Oteli’ni yazdım. “Ya Sheraton Oteli Pekin’de yoksa “ diye önce telaşlandım ama başka çarem yoktu. Arkamda kimsenin beni takip etmediğinden emin olduktan sonra İç Hatlar terminaline geçip Ürimçi’ye uçak bileti aldım. Vize başvurumda Pekin’e gideceğimi belirttiğim uçakla uçsaydım belki de alanda iki milyon ajanıyla dünyanın en güçlü gizli servislerinden Guoanbu’nun pençesine düşebilirdim. 1,3 milyar dolarlık bütçesiyle Çin’in gizli servisi, Olimpiyatların güvenliğini sağlıyordu. CIA, Guoanbu’nun El Kaide ile Pakistan’ın Baluçistan eyaletinde olimpiyatlara saldırmaması için anlaşma yaptığını ileri sürerek Çin’i karalamaya çalışmıştı.
İlk uçak akşam 19.45’de olduğu için terminalin kafeteryasında bilgisayarımı çıkartıp internette vakit geçirdim. Normal bir gazetecinin yapacağı Pekin’e gidip resmi makamlardan rehber istemekti.
Londra’da görüştüğüm Mehmet ismindeki bir Uygurlu arkadaşım “Doğu Türkistan’a gitmek için vize alman gerekiyor. Durumlar iki yıl öncesine göre çok değişti. Kimse özel izinsiz Sincan’a giremez” diye beni uyarmıştı. Ben gene de şansımı deneyecektim. Sincan’a bu yıl giden bazı Türk yatırımcıların, Çin’den ikinci bir vize almadan Sincan’a gittiklerini biliyordum. Bence Sincan’dan uzun yıllar uzak kalan Mehmet’in duydukları doğru değildi. Uygur halkı ve Doğu Türkistan hakkında çok şey abartılıyordu. Ben de kapalı kutuyu açmak için zaten Sincan’a gidiyordum. Tutuklanmayı bile göze almıştım.
3 saat 40 dakikada Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti Ürimçi’ye geldim. Bu mesafe Londra’dan İstanbul’a kadar uçuşla aynı uzaklıktaydı. Ürimçi Havaalanı’nda iç hatlardan geldiğim için pasaport kontrolü yoktu. Derin bir nefes aldım.
Çin’de Uygur Türklerinin yaşadığı bölgenin ismi “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” ama tüm yönetim Pekin’in elinde. Uygur Türklerini memnun etmek için vilayete Uygur ismi eklemişler ama Uygurlar, yönetimde pek söz sahibi olamadıkları için Çin Komünist Partisi’nden sadece sözde kalmayan daha çok şeyler istiyordu.
Ürimçi
Ürimçi’de saatler iki saat geride olmasına rağmen resmi dairelerde ve uçaklarda Pekin saati kullanılıyordu. Sincan’da özerk bir eyalet olmasına rağmen herşey Pekin’e göre ayarlanmıştı. Pekin saatini hesaplayamadıkları için çok Türk işadamı Ürimçi’den uçağa binerken uçaklarını kaçırabiliyordu. Yalnız bankalar, Pekin’de saat 8’deyken aynı saat Ürimçi’de işe başlayamıyorlardı. Pekin’e uyabilmek için saat sabah 6’da bankayı açmaları gerekiyordu.
Çinlilerin çoğu hiç İngilizce bilmediği için Ürimçi’de çok zorlandım. Terminalden çıkarken Uygur şoför bulmak istedim ama fazla seçeneğim olmadığı için ilk bulduğum Çinli taksi şoförüne yanaştım. Kayserili Türk işadamlarının bulunduğu Uluslararası Büyük Çarşı’ya (Grand Bazaar) yakın bir otel ismi almıştım. Adresi Çinli şoföre uzattım.
Başını salladı ama şehir merkezine geldiğimizde Çin bölgesinde ilgisiz kendi bildiği bir otele götürdü.
Lüks bir otel olmasına rağmen Super 8 Hotel’de kimse İngilizce bilmiyordu. El kol işaretleriyle anlaşarak içerde hızlı internet bağlantısı olan bir odaya yerleştim.
Sincan değil Doğu Türkistan
Sincan’lı bazı Uygurlar bana Londra’da , “Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde durum nasıl?” diye sorduğumda “Burası Sincan Uygur Özerk Bölgesi değil. Doğu Türkistan” şeklinde tepki göstermişlerdi.
Türkiye’nin iki mislinden daha büyük bir alana sahip Sincan’da, Anadolu taşralısından hiç farkı olmayan Uygurlarla haftalarca birlikte yaşadım. Bölgeyi baştan sonra turaladım. Tipim Uygur Türklerinden ayırdedilmez olduğu için Çin gizli servisi, benim yabancı olduğumu farkedemedi. Herhalde gazeteci olduğumu anlasaydı, arkama dört beş adamını salardı ve araştırmamı engellerdi..
Başkent Ürimçi, Moğolca’da “çok güzel” anlamına geliyor. En yakın deniz limanı 2,100 km uzaklıkta. Nüfusu 3 milyon civarında. Yüzde 75’i Çinli, yüzde 12’si Uygur deniyor ama tanıştığım Uygurlar “Çin, bizim gerçek sayımızı saklıyor. Yüzde 12 değil yüzde 30’uz ve başkent Ürimçi’deki sayımız 900 binin üstünde. Ülke genelinde de resmi kayıtların belirttiği gibi 8 milyon değil rahat 25-30 milyonu buluruz. Çin özellikle sayımızı düşük gösteriyor” diyorlar.
Bir zamanlar dış dünyaya en kapalı kenti sayılan Ürimçi’yi iki yıl önce gördüğümden daha çok dışarı açılır buldum. İlk defa uluslararası bir folklor festivali düzenlemesi ve bu festivale Türkiye’yi de davet etmesi çok anlamlıydı. Yasa gereği Uygur asıllı olmak zorunda olan Sincan valisi, Çin’in güvendiği kadro mensupları arasından seçiliyordu. Herşeyi Pekin’e rapor etmek zorundaydı.
Akşam saat 22 civarlarında karnımın iyice açıktığını farkettim. Otelde lokanta olmadığı için sokağa çıkıp yemek yiyecek bir yer aramaya başladım. Her yer Çin lokantalarıyla doluydu. Birkaçını deneyeyim dedim. Ağır yağ konusu ve gördüğüm et türlerini miğdem götürmedi. Çinliler kımıldayan herşeyi yiyebiliyorlardı. Akrep, yılan yemek istemedim.
Otele dönüp “Şiş Kebab” deyip elimle yemek işareti yaptım. Çinli porter bana yol gösterip köşe başında kömürde şiş yapan bir çiftin yanına götürdü. Onları görür görmez çok sevindim. Uygur Türkleri oldukları yüzlerinden ve kıyafetlerinden belliydi.
Başladım Türkçe konuşmaya. Ben yavaş konuştuğum için onlar beni anlıyor. Bense onlar hızlı konuştuğu için söylediklerini pek çıkartamıyordum. Pişirdikleri etleri gösterirken “Ciğer, yürek” dediler. Anlaşabiliyorduk.. İsmimin “Faruk” olduğunu, Türkiye’den geldiğimi söylediğimde hafifçe gülümsediler ama yabancıyla konuşmaktan çekindiklerinden fazla samimi olmak istemediler ama birbirimize yakın hissettik. Nan denen ekmekle, karışık dört şişe 10 Yuan verdim. Sincan’da herşey çok ucuzdu. Günde 10 dolarla rahat rahat yaşanırdı. Dört yıldızlık bir otelde bile pazarlık yapılabiliyordu. Pazarlık genelde ellerindeki hesap makinesine rakam yazarak yapılıyordu. Geceliği 80 dolar olan otelde 40 dolara kalabildim
Arapça ve Çince yol levhaları
Sincan’daki ilk günümün sabahı, elimde Ürimçi haritasıyla Türk işadamlarının dükkan açtığı Uluslararası Kapalıçarşı’nın yolunu tuttum.
Yolda istikamet levhalarına baktım. Altta büyükçe Çince, üstte Arapça sokak ve yer isimleri yazılıydı. Ben eski Türkçe ve Arapça bilmediğim için yer bulmakta zorlandım. Allahtan sokak isimleri Çince yanısıra latin alfabesiyle yazılmıştı. Burada araba kullanıyor olsam kesinlikle yol isimlerini okuyamadığım için kaybolurdum. Otobüslerde ise daha çok Çince yazılar vardı. Çince bilmeyen Uygurların işi zordu.
Uygurlar konuştukları Türkçeye benzer Uygurcayı Arapça alfabeyle yazıyorlar. Araplar, yazılarını okuyabiliyor ama okuduklarını anlayamıyorlar çünkü yazılanlar eski Türkçeydi.
Uygurlar, Türkiye’nin 1928 yılında yaptığı gibi Latin alfabeye dönüşümü bir ara denemişler ama latin alfabesine ısınamayınca Arapçada karar kılmışlardı. Eğitim seviyesi düşük olduğundan 1961 yılından sonra 20 yıl kullandıkları latin alfabesinden vazgeçmişlerdi. 1980’den itibaren yeniden Arap alfabesine dönülmüştü.
Otelde kahvaltı bulamadığım için 1 Yuana bir dilim karpuz , 2 Yuana tandırda pişirilmiş ekmek yiye yiye üzerinde Türk bayrağı dalgalanan kapalıçarşıya vardım. Uygur Bölgesi’nde Türk bayrağının dalgalanması beni çok duygulandırdı. İki yıl önce geldiğimde bayrak yoktu ama Kayserili dükkân sahipleri uzun bir uğraşı sonucu Türk bayrağını çarşıya astırmayı başarmışlardı.
İki yılda Sincan çok pahalanmıştı. İki yıl önce etin kilosu 9-12 Yuandı. Şimdi ise 32-42 Yuan olmuştu. Maaşlar ise yüzde 10 artmıştı. Gıda maddeleri yüzde 30-100 zam görürken, lokantada yemek fiyatları yüzde 100 yükselmişti. 7 Yuan olan pilav, şimdi 15-20 Yuan olmuştu.
Çarşıya giren çıkan herkes Uygur Türküydü. Çinliler, Kapalıçarşıya alışverişe pek gelmiyorlardı. Şehir, Uygur Mahalleleri ve Çin Mahalleleri diye ikiye bölünmüştü. Bir Uygur caddesinde 100 haneden birinde bir Çinli aile yaşıyordu. Lüks otellerde de bir katta müslüman lokantası, başka bir katta Çin lokantası vardı. Uygurlar müslüman lokantasında, Çinliler Çin lokantasında yemeklerini yiyorlardı. Otellerde gördüğüm Uygurlar, resepsiyonlarda çalışan Çinlilere çok yabancıydılar. Çinli Uyguru, Uygur da Çinliyi hiç takmıyordu. Aralarındaki soğukluk açıkca belliydi.
Uygurların bizlerden hiç farkları yoktu. Kafalarındaki takkeleriyle tıpa tıp Anadolu insanlarıydı. Çarşıya girmeden önce küçük kutusu 5 Yuana 3-4 kutu nar suyu içtim. Satıcılarla Türkçe rahat anlaşabiliyordum. Çarşıya bitişik KFC’siyi görünce kendimi içeri attım. Burada oturarak yiyebileceğim sıcak birşey bulabilmiştim.
Genelde benim gibi Ürimçi’ye gelen Türk işadamaları da yemek sorunu yaşıyorlar ve Uygur mutfağını keşfedene kadar aç kalıyorlardı.
Yarın: Herkes Çin'den mal satın alıyor, biz Çin'e mal satıyoruz