Güncelleme Tarihi:
Bugünün meşhur “The Show Must Go On” (Gösteri Devam Etmeli) sloganının “sözde efsanevi” kökenini, Ezel Akay şaheseri “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü” adlı filmden öğrenmiştik: 2006 yapımı filmin bir sahnesinde, yaklaşan Moğol tehdidine karşı perde indirmemekte kararlı olan Grek tiyatrocular, Osmanlıların henüz hâkim olduğu çokkültürlü 14. yüzyıl Bursa’sında şöyle haykırıyordu: “Temaşa devam etmeli!”
“Sinematik tarih yapıcılığı”nı bir kenara bırakırsak, gösteri dünyasında işlerin şartlar ne olursa olsun sürmesi gerektiğini formülleştiren bu sloganın, modern anlamda ilk kez 1950’lerin başında ABD’de kullanıldığını görüyoruz. Tiyatro oyuncusu ve oyun yazarı Noel Coward bu dönemde “Why Must the Show Go On?” (Gösteri Neden Devam Etmeli) diye bir şarkı yazmıştı. Yıllar sonra (tam olarak 1991’de), Queen’in o meşhur şarkısı, bu sözü hepten ölümsüzleştirdi.
Peki... Coward’ın sorduğu soruyu sorarsak:
Gösteri neden devam etmeli?
Bugün dünyamız, “gösteri” denen postmodern öküzün boynuzları üstünde durmaktadır da, ondan. Gerçi henüz bunu kanıtlayacak veya yalanlayacak araçlara sahip değiliz, ama hepimiz, sorgulamaksızın inanıyoruz buna.
Fransız düşünür Guy Debord, ‘La Société du Spectacle’a 1988’de eklediği bölümde, modern dünya düzeninin bir “gösteri toplumu” olduğunda ısrar ettikten sonra yeni bir ayrım yapar. Debord’a göre, gösteri tüm dünyada süregelmektedir; ancak 20. yüzyılda iki farklı türü belirmiştir. Temerküz etmiş gösteri ve yaygın gösteri. Şöyle diyor yazar:
“Bunların her ikisi de, gerçek toplumun hem amacı, hem de yalanı olarak onun yüzeyinde kalıyorlardı. Birincisi, diktatör bir kişiliğin etrafında temerküz etmiş bir ideolojiyi ön plana çıkararak hem Stalinist hem de Nazi totaliter karşı-devrimine eşlik etmiştir. İkincisi ise, ücretlileri, birbirleriyle rekabet halindeki geniş kapsamlı yeni meta çeşitleri arasından özgürce seçim yapmaya teşvik ederek dünyanın Amerikanlaştırılmasını temsil etmiştir (...)” (Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları, 2006, sf 179)
Debord, bir cephede ABD tarzı, öteki cephede Rusya ve Almanya tarzı gösterinin yer aldığı bu çift kutuplu dönemin günümüzde son bulduğunu, çünkü Fransa ve İtalya gibi ülkelerdeki karma dinamiğin de etkisiyle, iki tür gösteri türünün (mütemerkiz ve yaygın) sonunda birleşerek kendisini dünya çapında dayatan “bütünleşmiş gösteri”yi oluşturduğunu öne sürer.
Bütünleşmiş gösteride yönetim merkezi artık tamamen gizli bir hale gelmiş, ortada açık bir ideoloji de kalmamıştır. Kesintisiz teknolojik yenilenme sonucu artık hiçbir birey, gösterinin boyunduruğuna girmekten kurtulamaz. Zaten kurtulmak gibi bir amaçları da yoktur; zira hepsi, metanın baştan çıkarıcılığına kapılarak, gönüllü olarak boyunlarını uzatmaktadırlar.
Peki gösteri hala devam mı ediyor, yoksa Debord’un naçiz bedeni ile birlikte yok olup gitti mi?
* * *
Doğrusu, son günlerde çevremizde olup bitenleri incelemek, bütünleşmiş gösterinin küresel çapta sürdüğünden ve hatta faz değiştirip “gösteri-ötesi toplumu”nu ortaya çıkardığından şüphelenmek için yeterli.
Mesela, ABD’de Demokrat Parti’nin Başkan Adayı Senatör Barack Obama, “Avrupa turnesi” sırasında bir “celebrity” gibi karşılanmadı mı? Cumhuriyetçi rakibi John McCain’in, biraz da kıskançlıkla, Obama’yı, Britney Spears’e benzetmesi bundan değil miydi?
Daha başkan olmadan “Başkanlık Programı” uygulayan Obama’ya gösterilen bu tür nâdir tepkiler, ona yönelik yaygın teveccühün nitelik ve niceliğinden değil, ‘Senatörstar’ın aslında bunu hak edecek hiçbir şey yapmamasından ileri geliyor. Nitekim siyahi başkan adayının “kişisel gösterisinin” biraz altına inince, çok sevdiği “umut” işaretlerinin, Karadeniz derinliklerine daldıkça azalan gün ışığı gibi yavaş yavaş sönüp gittiğini görüyoruz.
Örneğin, Senato’da verdiği oylara ve mevcut seçim vaatlerine bakıldığında, ABD Başkanı George W. Bush’un mevcut siyasetine daha yakın olan, McCain değil, basbayağı Obama’dır. (bkz. Daily Telegraph, Irwin Stelzer, 30 Temmuz) Dahası, Obama’nın da, dış politikada en az McCain kadar “neo-con” olduğu söyleniyor. (bkz. Christian Science Monitor, Monitor Editorial Board, 30 Temmuz)
Buna karşın gösteri devam ediyor. Tıpkı Paris Hilton gibi, “sadece ünlü olduğu için ünlü” olan Obama’nın yarattığı “küresel histeri” bitmiyor. Ama neden?
Uluslararası medyaya bakılırsa, Obama neredeyse bir “peygamber”. (bkz. The Times, Gerard Baker, 25 Temmuz) Öylesine “ilahi bir enerji” yayıyor ki, tarafsız olması beklenen gazeteciler bile, kurumları adına izledikleri mitinglerinde, avuçları patlarcasına alkışlıyorlar onu. (bkz. Star Bulletin, Laurie Au, 28 Haziran)
Obama’yı (en azından Bush’a nispetle) çok seviyoruz; çünkü onun, “bizde, bizden fazla olan bir şeye” sahip olduğunu sanıyoruz. Bu şeyi, Amerikalı sosyolog David Riesman yıllar evvel keşfetmişti: “Günümüzde en çok talep edilen şey, ne bir makine, ne servet, ne de bir eserdir; sadece bir ‘şahsiyet’tir.”
Yalnız Amerikalılar değil, tüm dünya Obama’da bu ‘şahsiyet’i görüyor. Yalan da olsa karizmatik bir liderimiz var ya, bu bize yetiyor. Oysa 19. yüzyıl Amerika’sı tiyatrolarında, zencileri, yüzlerini kömürle karartmış olan beyaz oyuncuların canlandırmasına benzer, trajikomik bir durum bu. Yani insanlık tarihinin ikinci ‘Blackface Sendromu’...
Başkan adaylığı yarışını kaybeden Senatör Hillary Clinton’ın, erkek egemen siyaset arenasının acımasızlığına uyup, toplumsal cinsiyetinden soyutlanmış bir aseksüele dönüşmesi de, buna benzer bir sendromun sonucuydu.
Gösteri-ötesi trans-politika çağının birer “android” gibi tasarladığı "zenci olmayan siyah" figürü Obama ile "kadın olmayan dişi" figürü Hillary, girdikleri önseçim yarışında, "farklı" birer lider portresiyle sundukları "değişim" vaadinin içini elbirliğiyle boşaltıvermişlerdi.
* * *
Bu noktada, Obama’yı veya bir başkasını, toplumsal bir yanılsama yaratan bu “büyülü hile” yüzünden suçlamak yersiz. Obama’nın, tıpkı golf yıldızı Tiger Woods gibi, “siyah takımelbise giymiş bir beyaz” olarak davranması, böyle davranmak zorunda kalması, herhangi bir bireyin değil, bireyleri yaratan gösteri-ötesi toplumun kabahati.
Asıl büyük sorun, Obama’nın, altın kaplama olmadığı ancak yaldızı kazınınca anlaşılan “kaliteli bir imitasyona” benzediğini göremememiz değil. Daha tehlikelisi, siyahi senatörün, sergilediği kimliği “harbiden” taşımadığını, bunun ona kurulu düzen tarafından giydirilmiş “haute couture” bir elbise olduğunu anlayamamamız. Belki de Pravda marka bir elbise bu…
Olan bitenin, yazılıp yönetilen ve sonunda sahneye konan bir “temaşa” olduğunun farkında olmamız için, ona “dışarıdan bakabilmeyi” becerebilmemiz gerekiyor. Oysa gelişen teknoloji, bizi kuyruksokumlarımızdan bağlıyor, “küresel iletişimin” sonsuz ağına... Bu yüzden işimiz zor; ama bir envarter çıkarıp “hasar-tespit çalışması” yaparak başlayabiliriz. Gelin, ilk adım olarak, gösterinin son perdesinde yaşananlara bakıp şaşıralım:
Bosna Hersek’teki iç savaşta onbinlerce Müslüman’ı doğradıktan sonra 13 yıl boyunca kaçmayı başaran Sırp lider Radovan Karadziç, aniden yakalanıveriyor mesela... Üstelik, bu sürede kimliğini ve kılığını değiştirip (Obama?), “New Age” türü alternatif tıp üstadı bir doktor gibi yaşadığı ortaya çıkıyor. Onca insanın kanına giren bir soykırımcı, meğerse, suç mahalline birkaç yüz kilometre ötede hayat kurtarmaya adamış kendisini!
Sonra Vatikan var... Kilise de gösteri toplumuna ayak uyduruyor ve Avustralya’da düzenlenen Dünya Gençlik Günü’ne yüzbinlerce “mümin” toplamayı başarıyor. Papa 16. Benedikt, tüketim toplumunu eleştirdiği konuşmasından önce bir “popstar” gibi karşılanıyor Sydney’de...
Siyasi rehine Ingrid Betancourt’un, Kolombiya’daki FARC gerillaların elinden film gibi bir operasyonla kurtarılmasından hemen sonra, Batman serisinin son filmi “The Dark Knight” dünya çapında gişe rekorları kırıyor: Yılbaşında ölen genç aktör Heath Ledger’ın, “Joker” rolündeki muhtemeşem performansı sayesinde, vefatı sonrasında Oscar ödülüne layık görülen 1995’ten beri ilk aktör olabileceği konuşuluyor.
Gösteri’nin sahnesi sadece Batı değil elbette. İran ordusunun geçen ay yaptığı uzun menzilli füze tatbikatında sahneye konan o fotoğraf hilesi, şahane bir emsal değil miydi? Çin’in Olimpiyat ateşini harlatırken, Tibet ve Doğu Türkistan’ı için için yakması da ustalıklı bir şov sayılamaz mı?
Uzağa gitmeyelim. Ergenekon piyesinden, türban şovuna dek, temaşanın en esaslı örneklerinin sahnelendiği bir ülkede yaşıyoruz biz.
Ve Gösteri’nin, tüm bu yerel unsurları birleştiren, dünya çapında en geniş kapsamlı, en “hip,” en temel ürününü hepimiz biliyoruz: Küresel ısınma.
Biz, tüm dünyayla birlikte bunları yaşayıp Obama’ya hayran hayran bakmayı sürdürürken, BM Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne soykırım suçlamasıyla çıkarılan Karadziç’in 15 yıl önce verdiği bir emir yüzünden oğlunu ve kocasını kaybeden Srebrenitsalı Müslüman Kada Hotiç şöyle diyor (Agence France Presse, 31 Temmuz) :
“O, ayağımızın altındaki toprağı, başımızın üstündeki göğü çaldı. Evlatlarımızı öldürdü. Şimdi karşılık olarak bize, sadece bir tiyatro performansı veriliyor. Ve dünya, tüm bu olup biteni, sanki bir gösteriymiş gibi izliyor.”