Güncelleme Tarihi:
İsveç krallarının portreleri arasında tek bir yabancı lider dikkat çekiyor.
Sarığıyla, şalvarıyla, bıyığıyla diğerlerinden ayrılan bu lider, Osmanlı Sultanı İkinci (Genç) Osman.
17. yüzyılında başında muhtemelen İsveç’te yapılan yağlıboya tablo, 300 yıl kadar önce İstanbul’a hediye edilmek üzere yola çıkmış, ancak bir nedenle Estonya topraklarında kalmış. Bir Dominiken cemaatinin koleksiyonundan alınan tablo, şimdi belediye sarayının bu kapalı odasında tutuluyor.
Osmanlı’nın Orta ve Batı Avrupa ile ilişkilerinin köklü olduğunu bilsek de, bir Türk sultanının tablosunun, Doğu Avrupa’nın bu küçük ülkesine bile, tarihin tozlu yapraklarında kalan bir takım uluslararası ilişkiler hamleleri vasıtasıyla girmiş olması çarpıcı değil mi?
Üstelik söylentiye göre, bu belediye binasının kulesi de, 600 yıl önce Osmanlı topraklarını ziyaret ettiği bilinen mimarının minarelerden aldığı ilhamla yapılmıştır.
* * *
“Avrupalı” kavramının görece kısa bir süre önce nasıl icat edildiğinden haberdarsak, Türk kültürünün, bu kavramın kapsama alanı dışında bırakılıp ötekileştirilmesini absürd bulmamız gerekir.
Estonya’nın tarihi belediye meclisinde İsveç kralları arasına giren tek yabancı liderin bir Osmanlı sultanı olması gibi, Polonya’daki Türk şehitliklerinden Macaristan’daki türbelere dek, Avrupa’nın dört bir yanında, Yaşlı Kıta’nın kimliğini oluşturan, değiştiren, geliştiren onca Türk izi vardır.
Türkiye’nin Avrupa kimliğine yaptığı kültürel etkiler ise, hamamın, kahvenin veya orkestra çalgılarının çok ötesindedir. Avrupa Birliği’nin resmi marşı seçilen Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisi’ndeki “Alla Turca” bölümden, Haydn ve Mozart’ın Türk temalı eserlerine dek Avrupa kimliğinin temelinde alaturka bir harç bulunur.
Peki bugün Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’yi, coğrafi olarak büyük oranda Asya’da yer aldığı gerekçesiyle (sanki Kıbrıs böyle değilmiş gibi) Türkiye’nin AB üyeliğini reddetmeye iten nedir?
Bu, büyük ölçüde, ondokuzuncu yüzyıldan itibaren kuramsallaştırılan ve İkinci Dünya Savaşı ertesinde pratiğe dökülen yapısal birliğin kurucu babalarının konjonktürel bir tercihine dayanmaktadır.
Yunanistan’a kucak açılıp, Troy’dan Kapadokya’ya dek Avrupa kültürel mirasının çok daha büyük bir bölümünü barındıran Anadolu’nun “öteki” olarak sunulması, hiç şüphesiz, bir siyasi tercihti. Muhtemelen bu tercihin altında, Türkiye’nin, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke olması ve onca millete bölünmüş Avrupa’nın, en azından din temelinde bütünleştirilmesi isteği yatıyordu.
Ancak bu siyasi proje Eski Dünya’nın geleneksel dinamiklerine (Kutsal Roma İmparatorluğu, vs.) dayandığı ve çok kültürlü küreselleşmenin oluşturduğu yeni düzeni kavrayamadığı için, mevcut kültürel altyapıyı da değiştiremiyor.
Tam tersi oluyor: Avrupa’nın Türkiye’de, Türkiye’nin de Avrupa’da iz bırakan tarihi, bu iki coğrafyanın kültürel olarak birbiriyle kaynaşmasını, hem de farklılarını koruyarak bunu yapmasını sağlıyor.
Hem burada, hem de orada, siyasetçilerin ve tek tek vatandaşların “Avrupalılığı” veya “Türkiye’nin AB üyeliğinden yana olmaları” ikinci planda. Asıl önemli olan, hala süren bu kültürel bütünleşme dinamiği.
* * *
Avrupa’nın hangi döneminde, neresine bakarsanız bakın, siyasi açıdan Türkiye ile bir bağlantısını bulabilirsiniz; ki bu durum, AB’nin bugünkü komşusu olan başka hiçbir ülke ve bölge (örneğin Mağrip veya Rusya) için geçerli değildir.
Batı Avrupa’ya bakalım derseniz, Fransa Kralı Birinci François’nın Kanuni Sultan Süleyman’dan yardım istediğini görürsünüz.
Doğu Avrupa’yı inceleyelim derseniz, Lehlerin efsanevi kahini Wernyhora’nın, “Türk, atını Dinyester’den suladığında, ayağa kalkacaktır Polonya” kehanetine rastlarsınız.
Orta Avrupa tarihini, Avusturya-Macaristan hanedanları ve daha sonraları da Almanya’nın İstanbul ile olan yoğun ilişkilerinden bahsetmeden anlatamazsınız.
Sonuçta, tarihin, kültürel olarak bu kadar güçlü biçimde birbirine bağladığı iki coğrafyanın eninde sonunda kucaklaşacağını kabul etmemiz gerekir.
Avrupa’nın, kendi köklerini hemen her zaman Avrupa dışında bulduğu, Ortaçağ’da Anadolu’nun Avrupa’nın merkezi sayılırken, İskandinavya’dan Romanya’ya uzanan bölgenin ise “Asya” olarak görüldüğünü akıldan çıkarmamız gerekiyor.
Unutmayalım ki, Batı Avrupa’nın uzun süre “öteki” olarak görüp dışladığı, yüzyıllar boyunca savaştığı onca millet , bugün Avrupa Birliği’nin lokomotifi sayılıyor.
Almanya ile barışarak Protestanizm’i kabullenen Yaşlı Kıta, bir gün, Türkiye’nin üyeliği sayesinde İslam ile de bütünleşecektir.
Sarkozy ve onun temsilciliğini yaptığı “eski” ideolojilerin tarihten silineceği o gün, dönüp arkamıza baktığımızda, Türk kültürünün bir zamanlar nasıl olup da Avrupa’nın temel bir parçası değil, uyumsuz bir hasmı olarak görüldüğüne şaşıracağız.