Güncelleme Tarihi:
Ego, egoizm, bencillik, id ve superego kelimeleriyle ilişkilidir. Egonun, bireyi diğerlerinden ayırt eden göreceli, soyut bir varlığı vardır.
Ego insanın hem özne boyutunu tanımlayan irade, bilinç ve vicdanı hem de onun nesne boyutunu tanımlayan, dürtülerini, iç isteklerini, tutkularını, içsel enerji kaynaklarını içine alan çok boyutlu komplekstir.
Kavramın mucidi Sigmund Freud 'un Ego'yu nasıl tanımladığına bir bakalım:
"Ego şahlanmış bir at üzerindeki şovalye gibidir.
Diger bir ifadeyle bizim vicdanımızdır. İd ile süperegonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan hakemdir. "
"ID, zevk temelli bir istekler ve aşırı ısrarcı temel enerjinin çıkış noktasıdır. Temel ve en ilkel benliktir.
Ana kaynağı cinsellik, açlık gibi ihtiyaçların en bencilce doyurulmasıdır.
EGO; ise id nin bu isteklerini gerçeklikle karşılayan kısımdır.
Çeşitli savunma mekanizmaları ile idi dengeler. İd ve süperego arasında dengeleyici unsurdur.
Temel görevi kişisel güvenlik sağlamak ve idin bazı isteklerine izin vermektir". SF.
Freud,birincil ve ikincil diye iki tür narsisizm tanımlamıştır.Birincil narsisizmde libido yaşamın başından itibaren ben’in içinde sıkışmıştır.Bunun sonucu ben şişer ve kişi kendisinin önemli,kusursuz ve güçlü bir varlık olduğuna inanır.
İkincil narsisizm,dış dünya ile ilişkilerde ağır düş kırıklığı yaşanması sonucu,libidonun egoya geri çekilmesini tanımlar.
Sanatçıların ,yazarların,medyatik kişilerin ve siyasetcilerin egolarının diğer insanlardan daha büyük (şişkin) olduğu söylenir durur: Nitekim Fazıl Say 'ın geçtiğimiz aylarda yaptığı çıkışı değerlendiren gazeteci yazar Ali Bayramoğlu Aksiyon dergisinde şöyle yazıyor:
"Onlar hayal ettikleri toplumla gerçek toplum arasındaki mesafenin derinliğinde boğulup kalıyorlar, böyle olunca gerçek toplumla ilgili hezeyanlar yaşıyorlar… Kendi kişisel meseleleri ortaya çıkan, tatmin edilmeyi bekleyen şişkin ego sorunlarını siyasallaştıran bir sanatçının müziği elbet ciddiye alınmalıdır, ama söyledikleri değil…"
Kendisi de yazar olan Elif Şafak 'da Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde şöyle yazıyor :
"Biz" duygusuyla değil "ben" dürtüsüyle yazar edebiyatçı, ister şair ister romancı olsun. Ve ortaya çıkan eseri de gene "ben" duygusuyla sahiplenir. Tüm bunlar, genel olarak edebiyatçıların "şişkin ego" sahibi olma risklerini artıran özelliklerdir."
Siayasetle uğraşan ve büyük mevkilere gelen bazı kişilerin de narsist eğilimleri olduğu görülebilir:Öte yandan en basit Narsisizm Teşhisi ve İstatistikleri Kılavuzu klinik olarak narsisizmi şu şekilde tanımlıyor:
“Muhteşemlik gösterisi, hayranlığa ihtiyaç, empati yoksunluğu.”
Grek Mitolojisinden yola çıkılarak anlatılan bir hikaye var:
”Hikâye hem erkek hem de dişi olarak yaşamış yegâne kişi olan Tiresias ile başlıyor. Zeus ve Hera, cinsel eylemden kadının mı yoksa erkeğin mi daha çok zevk aldığına dair yaptıkları tartışmada birbirini ikna edemeyince bunu bilebilecek tek kişi olan Tiresias’ın hakemliğine başvururlar. Tiresias’ın tercihi kadınlardan yana olur. (Ancak, mitin bazı versiyonlarında Tiresias diplomatik biçimde, kadınların zevki on kat daha şiddetli hissettiklerini, erkeklerin ise on kat daha sık yaşadıklarını belirtir.) Bu yanıt üzerine son derece öfkelenen Zeus Tiresias’ı kör eder; ancak Hera, bu cezayı telâfi etmek için Tiresias’ın gönülgözünü açar ve ona kehanet becerisi bahşeder.
Narkisos, annesi Liriope’nin ırmak-tanrısı Sefisus’un tecavüzüne uğramasının ardından doğar. Doğumundan itibaren müstesna bir güzelliğe sahiptir, bu öyle bir güzelliktir ki, haset dolu dedikoducular Tiresias’a gelip böyle güzel bir yaratığın uzun bir süre yaşayıp yaşayamayacağını sorarlar. Tiresias gizemli bir yanıt verir: “Uzun yaşabilir, kendini tanımazsa şayet!”.
Bir süredir, Hera kocası Zeus’un su perilerinden biriyle düşüp kalktığından kuşkulanıyordu. Zeus’un sevgilisinin hangi peri olduğunu bilmeyen Hera, bunu öğrenmek için bir gün korulara indi. Hera’nın geldiğini sezen perilerin hepsi kaçıştı; bir tek Eko kaldı ortada. Hera, “Zeus’un sevgilisi olsa olsa bu peridir.” diye düşündü ve onu cezalandırdı. Eko artık konuşamayacak, kendinden önce kim konuştuysa onun son kelimesini tekrarlayacaktı ancak.
Narkisos büyümüş; yakışıklı, herkesi kendine âşık eden, yürekler yakan bir delikanlı olup çıkmıştı. Narkisos’a âşık olan Eko hep onun peşinde dolaşıyor ama ağzını açıp da tek bir kelime söyleyemiyordu. Bir gün eline bir fırsat geçti. Narkisos arkadaşlarına “Kimse var mı burada?” diye seslendiğinde son kelimeyi sevinçle tekrarladı:“Burada, burada”. Ağaçların arkasında duruyordu. Narkisos göremedi onu. “Gel” diye bağırdı. Eko “Gel” dedi ve kollarını açarak ağaçların arasından çıktı. Periyi görünce pek şaşırdı Narkisos, ”Bana dokunmana izin vermektense ölürüm daha iyi” dedi ve kaçıp gitti. Bu kırdığı ilk kalp değildi Narkisos’un, daha evvel de ona âşık pek çok periyi reddetmişti. Bunun üzerine beddua ettiler periler ve yakararak tanrılara, Narkisos’un cezalandırılmasını istediler: Narkisos da düşsün aşka ve acı çeksin, aynı bize çektirdiği gibi O da, bizim gibi, âşık olsun Ve görsün umutsuzluğu “
Yakarışları duyan yüce tanrılar “Başkalarını sevmeyen kendini sevsin!” dediler ve katı yürekli delikanlının cezalandırılması işini adı “Haklı Öfke” anlamına gelen tanrıça Nemesis’e bıraktılar.
Nemesis’in görevini yerine getirmesi uzun sürmedi. Avdan dönen Narkisos susayıp da duru bir pınara eğilince suda kendi yüzünü gördü. Neden sonra, yansımanın kendine ait olduğunu fark etti ve ”Başkaları benim yüzümden ne acılar çekmiş; şimdi anlıyorum” dedi. ”Kendime olan sevgimle yanıyorum ben. Suda yansıyan bu güzelliğe nasıl kavuşabilirim? O güzellikten vazgeçemem de. Artık yalnız ölüm kurtarır beni.”
“......... Anlıyorum o benim, aldatmıyor beni artık hayalim
Tutuşturan da ben, tutuşan da, kendime olan sevgimle yanıyorum
Ne yapayım? İsteneyim mi, isteyeyim mi? İstenecek ne kaldı artık?
Beni yoksul ediyor varlığım; arzuladığım benliğimle
Ayrılabilsem vücudumdan; garip bir dilek seven için ama
Sevdiğim uzak olsa keşke!
Kemirsin artık gücümü acı; geldi son günleri ömrümün
Göçüyorum hayatımın baharında
Ölüm zor gelmeyecek bana, dinecekse acılarım
Sevdiğim daha uzun ömürlü olsun dilerdim
Ve şimdi can verelim, ikimiz de bir solukta”
Böylece, su kıyısında eriyip gitti Narkisos. Canı ölüler ırmağını geçerken suya eğildi, son bir kez baktı o güzel yüzüne. Su perileri, gömmek için boşa aradılar Narkisos’un ölü gövdesini. Ancak, eridiği yerde güzel, yepyeni bir çiçek açmıştı. Sevdiklerinin adıyla adlandırdılar onu, Narkisos (nergis), dediler.
Can çıkar huy çıkmaz, derler. Söylendiğine göre, Narkisos, şimdi de ölüler ülkesindeki Stiks sularına bakıp kendi görüntüsünü seyredermiş. Eko’ya gelince… Narkisos onu reddettiğinden beri derin ve karanlık mağaralara ve ıssız koyaklara çekilmiştir. Tek başına yaşar dağlarda ve kim yüksek sesle bir şey söylese, son kelimeyi tekrarlar hâlâ… ”
Freud’un bakışının ötesinde farklı bir yaklaşımda bulunan C. Jung’a göre insan zihni,onun evrimi tarafından biçimlendirilmiştir.Dolayısıyla,bireyin varoluşu onun geçmişiyle de bağlantılıdır.Bu bağlantı,yalnızca kişisel geçmişini değil,kendi türünün geçmişini,hatta insanlığın evrimini içerir.
Kişisel bilinçdışının içeriği,daha önce bilinçte varolmuş yaşantılardan oluşur.Kolektif bilinçdışının içeriği ise insanın yaşam süresinde,bilincinde yaşanmamıştır.Kolektif bilinçdışı Jung’un “arketip”dediği imajlardan oluşur.
Bu imajlar insana atalarından aktarılırlar.Yalnız insanlık tarihinin değil,insan öncesi evrimin de ürünüdürler.Arketipler,insanın vaktiyle atalarının geliştirmiş olduğu tepkilere benzer eğilimler göstermesinin kaynağını oluşturur.
İçine doğduğu dünyanın genel imajı,doğduğu anda insanın içinde de vardır.İnsan dış dünyasında,bu içsel imajlarının karşılığı olan objelerle karşılaştıkça,bu imajlar da bilinçli gerçeğe dönüşürler.Örneğin,bebek dünyaya geldiğinde,kolektif bilinçdışındaki anne imajı sayesinde annesini algılar ve onunla ilişkiye geçer.Dolayısıyla,insanın algı ve eylemlerindeki seçiciliği kolektif bilinçdışının içeriğiyle açıklanabilir.Bazı şeyleri kolay algılamamızın ve onlara karşı hazır tepkiler verebilmemizin nedeni,kolektif bilinçdışımızda varolan eğilimlerimizdir.
Arketipler,bir insanın geçmiş yaşantılarının ürünü olan bellek imajları gibi canlı görüntüler değildir.Örneğin,anne arketipi bir annenin fotoğrafı gibi değildir.Bir benzetme yapmak gerekirse,banyo edilmesi gereken negatif filmleri çağrıştırabilirler.Gerçek dünyada bir karşılığı bulunduğunda,bu belirsiz imajlar,canlı ya da cansız varlıklarda,bizim için anlam taşıyan bir biçimde somutlaşırlar.
Arketipler evrenseldir.Bir başka deyişle,her insan aynı temel arketip imajlarına sahiptir.Bir bebek dünyanın hangi yöresinde doğarsa doğsun,anne arketipini de birlikte dünyaya getirir.Ancak kendi annesiyle etkileşime başladıktan sonra bireysel farklılıklar ortaya çıkar.Çünkü çocukla ilişki,bir toplumun diğerine ya da bir aileden diğerine,hatta aynı aile içinde bir çocuktan diğerine farklılıklar gösterir.
Bir başka yazara göre de :
Hemen hepimizde bazı narsistik özellikler bulunsa da şu dokuz kriterden 5’i bulunmadığı sürece bir kimseyi narsisist olarak tanımlayamıyoruz.
• Gerçeklikle örtüşmeyecek derecede kendini önemli hissetme durumu,
• Kendisinin benzersiz ve özel olduğuna ve sadece diğer “özel” kişilerin bu durumunu anlayabileceğine inanma,
• Sıradışı başarı, zenginlik, güç, zeka, güzellik ve aşk fantezileriyle meşgul olmak,
• Şiddetle kendisine hayranlık duyulmasını istemek,
• Yetkili olma duygusu,
• Kişiler arası ilişkileri suçluluk ya da pişmalık duymadan çıkarcı bir davranış şekli sergileyerek kendi isteklerini tatmin etmek amacıyla istismar etmek,
• Empati yoksunluğu,
• Diğerlerini kıskanma ya da diğerlerinin kıskançlığına maruz kaldığını düşünme,
• Kendini beğenmiş davranış ve tutumlar içerisinde bulunmak.
Narsistler değişik şekillerde, değişik rollerde karşımıza çıkıyor –onlardan birisiyle yaşıyor ya da çalışıyor olabilirsiniz, hatta evebeynleriniz bile narsist olabilir.
Sosyolog Christopher Lash’in 1979 yılında yayınlanan “Narsisizm Kültürü: Beklentileri Azaltma Çağında Amerikan Yaşantısı” adlı kitabı standart “kendine yardım et” kitaplarının anlattığından daha fazlasını içeriyor.
Lash 1990 yılında “Narsisizm Kültürü”nde şöyle yazmış:
“Duygusal olgunluk, bizden farklı görünseler de ve kaprislerimize boyun eğmeseler de insanlara ihtiyacımız olduğunu ve onların aslında birçok konuda bize destek olduklarını hatırlamaktan geçiyor. Diğerlerinin bizim isteklerimizin birer yansıması değil de kendi istekleri olan özgür bireyler olduklarını anlamak gerekiyor.Dünya sadece bizim isteklerimizi gerçekleştirmek üzere varolmuş değil”
Freud'un Heinne'den yaptığı bir alıntıda Heinne şöyle yazıyor:
"Ben çok barışsever bir insanım. Benim hayatta arzuladığım şeyler: basit bir kulübe ama iyi bir yatak, güzel yemekler, sütün ve tereyağın en tazesi, penceremin önünde çiçekler ve kapımın önünde birkaç güzel ağaç ve eğer Tanrı benim mutluluğumu eksiksiz hale getirmek isterse bana düşmanlarımdan altı yedi tanesinin bu ağaçlarda asılı olduğunu görme zevkini bahşedecek. Ölümlerinden önce kalbimde merhametle onların bana yaptığı bütün kötülükleri affedeceğim. Doğru insan düşmanlarını affetmeli, ama ölmeden önce değil.”
Bireysel Narsisizmin ötesinde bir de toplumsal narsisizmden söz eden düşünürler var :
” Bir toplum, üyelerinin çoğunu ya da büyük bir kesimini besleyemiyorsa,fırsat eşitliği yaratamıyorsa ve hukuk devleti olmayı başaramıyorsa , toplumsal huzursuzluğu önleyebilmek için hastalıklı bir narsisizmle onlara doyum sağlamak zorundadır. Merkez medya tarafından sürekli işlenen bu ana tema etrafında ,giderek iktidar güçlerinin propagandasına dönüşen her bildiride ,ekonomik ve kültürel açıdan yoksul olan insanlar için o topluluğun bir üyesi olmanın verdiği narsist kıvanç tek -ve çoğu zaman çok etkili- bir doyum kaynağıdır. Kendini, dünyanın en büyük hayranlığını toplayan topluluğun bir üyesi olarak görerek kendi egosunu şişirmek.”
Arketip kargaşası yaşamak durumunda olan böyle bir toplum,dünyadaki hızlı dönüşümler karşısında kolayca bir kimlik bunalımına girebilir.Böyle bir dönem geçirmekte olan toplumların bireyleri de genellikle derinlikten yoksun ve biçimsel değerlere bağnazca sarılarak ayakta kalmaya çalışırlar.
Biçimsel inanç ve değerlere bağnazca sarılmak kısa vadeli bir ilaç işlevini görse de aslında temeldeki kimlik bunalımına çözüm getiremez.Hatta bunalımın daha da karmaşıklaşmasına ve uzamasına neden olabilir.Arketipleri ile bütünleşmiş,dolayısıyla özümsenmiş bir yaşam felsefesine sahip toplumlar,dünyadaki hızlı dönüşümlere kendilerini oldukça kolay uyarlayabilirler.Biçimsel değerlere tutunmaya çalışan toplumlar için bu böyle olmaz.Derinlikten yoksunluğun doğal bir sonucu olarak yaşanan kolektif narsisizm böyle toplumların yazgısı durumuna gelir.Kendisiyle başlayıp kendisiyle biten dünyalarında yaşayan yöneticiler,kendisiyle başlayıp kendisiyle biten dünyalarında yaşayan bireyleri yönetirler.
Kolektif narsisizm yaşayan toplum bireylerinde gözlemlenen ”şişkin ego” enflasyonu bazı kavramların çarpıtılmasına da neden olabilir.Toplum tüm katmanlarında gerçek ben’lerine yabancılaşmış olduğu için,sahte ben’leri ile varolma çabasını sürdürmekte olan egosu şişkin bireyler,kişisel sınıf atlama çabalarıyla toplumun çağ atlamasını birbirine karıştırabilirler.
Böyle bir kavram kargaşası sonucu edinilen kollektif kültür de doğal olarak çağdaşlığın inanılmaz bir karikatürü olur.
Sonuçta,bu toplumda özümsenmiş ve gerçek bir ”yaşam felsefesine”sahip insanların sayısı da giderek azalacağından,insan ilişkilerinde kültürü ve estetiği tanımlayan , çağdaşlık , empati ve bireysel özgürlüklerin iflas ettiği ,kendisinden ayrı ve farklı olanı hemen ”öteki ” kılan ;her an şiddete dönüşebilecek bir gruptan söz ediyoruz. Çoğunluğun kendileriyle başlayıp kendileriyle biten dünyalarda yaşadığı bir toplumda politik olgunlaşma süreçleri de yavaş gelişir.Kimsenin kimseyi fark etmediği ve ortak görüş geliştirme yetisinden yoksun bireylerin çoğunlukta olduğu toplumlarda,politik olguların narsisistik çıkarlar doğrultusunda kullanılma olasılığı da artar.
İşte şimdi esas sorun ,bizim bu çizilen resmin tam neresinde olduğumuzu ne zaman anlayacağımızdır .