Güncelleme Tarihi:
Bir ‘‘üçüncü cins’’ tartışmasıdır sürüp gidiyor. ‘‘Kendini başka türlü hissedenleri nüfus kayıtlarına '3-4-3' koduyla yazarsak daha çabuk Avrupalılaşırız’’ denince ortalık karıştı. Milliyetçi, muhafazakár ve de dindar kesim ‘‘Geleneklerimizde böyle şeyler yoktur, bu gibi işler ahláksızlıktır’’ buyurup projeye karşı çıktılar.
Ve bu tartışma sırasında üçüncü cinsle ilgili bütün kavramlar birbirine girdi. Artık Türçe'de bile ‘‘gay’’ denilenler, kadın kadına birşeyler yapmaya çalışanlar, Cihangir taraflarını mesken tutanlar ve vakti zamanında doktor neşterinden geçmiş olanlar hepsi birbirine karıştı.
Ben, bu tartışmaları takip ederken Türkiye'de nüfus káğıdının ve kimlik belgesinin olmadığı eski zamanlardaki başka türlü cinsiyetleri düşündüm: Pasif eşcinselliği meslek haline getirip geçim vasıtası yapan ‘‘hîz oğlanları’’nı, o devrin lezbiyeni olan ‘‘zürefá’’ları ve hem erkeklik, hem de dişilik organına sahip olan ‘‘hünsá’’ları... Bütün bunlar ve yazmadığım diğerleri, geçmiş asırlarda Türkiye'nin, özellikle de İstanbul'un cinsellik albümünün fotoğraflarıydı ve bugünün üçüncü cinsini andıran bir de meslek grubu vardı: Köçekler...
‘KÖÇEK DEDİĞİN, ZİNA OĞLANIDIR’
Bunlar kadın kılığında rakseden erkeklerdi ve sanatlarını bugün hálá çalınan ve adına ‘‘köçekçe’’ denilen parçalarla yaparlardı. Eskilerin ‘‘erkek adam erkek sever’’ sözünü doğrularcasına sadece erkeklerle beraber olurlar, raksedip oynamanın dışında başka işlerle de uğraşır ve hayatlarını da zaten bu yoldan kazanırlardı. Ve bu köçekler cinsel farklılıkların serbest olduğu Osmanlı toplumunda her nedense en alt seviyede sayılırlardı. Bahisleri geçtiğinde isimlerinden hemen sonra mutlaka bir hakaret ifadesi gelir, hattá hemen herşeyi ballandıra ballandıra nakleden Evliya Çelebi bile onlardan ‘‘zina oğlanları, edepsiz, namussuz, ahláksız mahluklar’’ diye bahsederdi.
Yüzlerce senelik Osmanlı Edebiyatı'nda köçekleri isimleriyle ve özellikleriyle anlatan sadece tek bir kişi çıktı: 1810'da ölen, Divan Edebiyatı'nın en açık sözlü şairlerinden sayılan ve kendi eşcinselliğini bile açıkça yazan Enderunlu Fazıl...
Fazıl'ın şiir şeklindeki köçek bahislerinin bir bölümü, yandaki kutuda bugünün Türkçesiyle, düzyazı halinde ve maalesef sansürümden geçmiş şekilde yeralıyor. Ben, eski devrin ‘‘üçüncü cinsleri’’ sayılan bu köçekleri Türkiye'de bugün artık hemen her TV kanalının sahip olduğu malum üçüncü cinsten zeváta benzetiyorum. Bilmem, aynı benzetmeyi siz de yapabilecek misiniz?
Fahrettin Kerim, puştluğun kitabını yazmıştı
Türkiye'de nörolojinin ve psikiyatrinin öncülerinden olan Fahrettin Kerim, bir dönemin en meşhur isimlerindendi. Doktorluğunun yanısıra senelerce İstanbul'un valiliğini ve belediye başkanlığını da yaptı ve bu arada çok sayıda eser yayınladı.
AKTİF, PASİF HEPSİ BİR
Fahrettin Kerim'in 1925'te çıkarttığı ‘‘Gayritabii Aşklar’’ isimli eseri, o dönemin elden ele dolaşan kitaplarındandı. Kitapta teşhircilik, sadizm, mazoşizm, lezbiyenlik gibi konular uzun uzun anlatılıyor ve bu bahislerin arasında ‘‘puştluk’’ başlıklı bir fasıl geliyordu.
İşte, Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay'ın 1925'te çıkardığı ‘‘Gayritabii Aşklar’’daki ‘‘puştluk’’ bahsinin bir bölümü:
‘‘...PUŞTLUK: Bazıları sadece erkekle münasebetten hoşlanır, kadınlardan zevk almazlar; bazıları ise hem kadınla, hem de erkekle münasebette bulunurlar. Böylelerine 'bisexuel' derler. Bunlara sorarsanız, hangisi güzel ise onu tercih ederler fakat ‘‘Erkeğe meylim daha fazladır’’ diye cevap verirler.
Avrupa'da aktif de, pasif de, hepsi birdir fakat doğu memleketlerinde pasiflerin mevkii pek düşüktür. Daima hakarete maruz kalırlar.
PUŞTLUK, RESİMDEN BULAŞIR
Aynı cinsler arasındaki aşkı gösteren resimli şehvet kartları bu yolda mühim bir rol oynar. Genç mektepliler arasında bu gibi resimler dolaşır, durur. Resimler çocuğu istimnáya (mastürbasyona) sevkeder ve istimnáyı da puştluk takip eder. Artık kadınlardan zevk almaz ve aşk kendisini sarsar. Sevgilisinin bir bakışı için herşeyini feda eder.
Dalálete düşmüş puştların hayatları tedkik edilirse, belirtilerin çocukluk yaşlarında ortaya çıktığı görülür. Erkekler karşısında kızarırlar, tuvalete ve süse meraklıdırlar ve kıskançtırlar. Kızlar gibi giyinmekten ve kadınların bulunduğu yerlere, kadın hamamlarına devam etmekten hoşlanırlar. Saçlarıyla ve süsleriyle fazla meşgul olurlar. Sevdiklerine aşk mektupları gönderir, bağlantı ve münasebet kurarlar.
Hele bazıları vardır ki renkli kravat bağlar, bilezik ve hususi yüzükler kullanırlar. Gözlerine sürme çeker, dudaklarını boyarlar. Kadın gibi süslenmek, kadın iskarpini ve çorabı giymekten zevk alır, kendilerini kadın isimleriyle çağırtırlar. Kadın kıyafetinde dolaşır ve seslerini incelterek konuşurlar. Ay başlarında kadınlar gibi ádet görmek ister ve hasta olurlar. Bunların hepsi, tıbben hastadır'
200 yıllık üçüncü cinsler
‘...TODORİ elli sekiz yaşında, Frenk illeti başında. Deli ormanı gibi kıllı. Yüzünün tüylerinden, bir kıl elek yapılır. Kıllarını cımbızla alırken hayli emek sarfeder. Sanki tabakhaneye girmiştir. Ama bir berberi vardır, onu oğlancığa çevirir. Evi, zevk ehlinin kerhanesidir, zina erbábı hep orada toplanır. Çıkan seslerden, içeride dülger çalışıyor zannedilir.
BÜYÜK ÁFET denilen güzel YORGAKİ'nin temiz vücudu gümüşe benzer. O edasının, yiğitçe yürüyüşünün dünyada bir benzeri daha yoktur. Görünüşü, hareketleri álemi kendisine bağlar. Áşığın burnuna bile girse, değer. Dikenden çıkmış gül gibi olan o zatın anası da, babası da Hırvat'tır. Bağ-bahçe sahibidir, iki de rençberi vardır.
ANDON, eli ağzına uyan bir dilberdi, náz tahtı üzerine kurulmuş İskender'e benzerdi, iki bin aşığı vardı. Şimdi yüzüne sinekler üşüştü, şirin dudaklarına karıncalar düştü. Meğer, güzellik de bir kuş gibiymiş, uçar gidermiş.
YASEMİN artık dikenlendi, nergis gözleri kefenlendi ama hálá çok müşterisi var.
RUBİYYE, şike mahsulü. Paraya, pula değer vermez. Vücudu tertemiz, manzarası hoş.
PANAYOT káfiri beni yağmaladı, gönül hanesinde yurt bırakmadı. Tilki gibi, deli bir kurt.
TİLKİ biraz nádan, postu elden alan bir hayvan ama insana yakın bir can. Esmer, cazibeli.
MISIRLI, bunların hepsinin şáhı, vücudunun ve boyunun eşi-benzeri yok. Aslı Yahudi'dir. Raksa girip her tarafını oynatmaya başlayınca, halkı deli eder. Aşıklarını saymakla bitiremezler. Hem çehresi, hem yürüyüşü bir hoştur, şalvarını çözdüğünde daha da hoş olur.
LÁTİF'in, sadece adı látif. Başı kel ve sevimsiz ama sesinin benzeri hiçbir yerde yok. Birkaç eşek, onunla göğüs göğüse yatıyor.
ALTINTOP, áşıklarına hazırlop. Çok kişi ona dua ediyor. Yürüdüğünde, arkasına minder koymuş sanırsın.
TAZEFİDAN yüzünden, çok kişinin hali yaman. Kupkuru bir ağaç gibi, başında esenler de kavak yeli.
TENSUH, tepeden tırnağa hoş bir ruh. Saçları turra, arkası tepsi gibi.
ZERNİŞAN, ismi gibi taze bir fidan. İki aşığı var, ikisi de hayvan.
MEHTAB, çehresi yıkılmış bir ev gibi harab. Sevgilileri onu göklere çıkartırlar ama, aslında gökten düşmüştür.
KANARYA, aşıkların kuşuna kanat çırptırıyor. Güzeller içinde bir bülbül. Onun yanında bize düşen, sadece ve sadece mum tutmak oluyor.
KIZ MEHMED, hanlarda gezen bir aşifte. Yüz bin kocaya sahip olmuş. O papağan kafese girmez, avárelerin eğlencesi olur, düşkünlerin de bol bol duasını alır.
YENİ DÜNYA'nın geldiği yer, külhandır. Çingeneyi andırır bir Ermeni'dir, baştan aşağı pisliktir. Teni, kubur meraklılarına iyi hitab eder.
KARAOĞLAN, sanki yayılmış bir manda. Kocamış iri heriflerden zevk alan hayvanlar, ona ‘‘kuzu’’ derler.
KANARYA ŞAKİR'e, ‘‘Karga Şakir’’ demek lázım. Sesi, baykuşa misal.
AFİTAB'ın yüzüne bakınca gözler kamaşır ama felek göğsünde bir hödük yatırır.
PANDELLİ, çingenenin en güzeli. Cazibede ondan álásı bulunmaz, güzelikte İskender'dir. Beni yıllarca deli etmiş, sunduğum bádelerin hiçbirini içmemiştir. Velhasıl, çok mutaassıp bir çengidir.
ELMASPÁRE, cevheri tıraş edilmiş elmasa benzer. O da bir başka sofudur. Raksı niçin öğrendiğini kimseler anlamaz. Şakıyıp oynayacağına gidip kilisede İncil okusa ya!.
VELVELE, raksa çıktığında zelzele kopar. Öylesine iridir ve raksederken öylesine sesler çıkartır ki, seyredenler arkasında bir ordu saklıyor sanırlar.
İSTAVRİ'nin alnındaki perçemi ejder gibidir. Gönül açıcıdır ama belálı heriflere varıcıdır (Fazıl-ı Enderûnî'nin ‘‘Çengináme’’sinden)’