Güncelleme Tarihi:
LİBYA’ya gitmeden önce buradaki Türkler’in Muammer Kaddafi’nin adını telaffuz etmemek için “Şakir” ya da “Amca” diye hitap ettiklerini bilmiyordum. Hatta sadece Türkler değil, Libya’da yaşayan herkesin arabalarıyla ünlü ‘karargâh’ bölgesinden geçerken burayı parmakla göstermelerinin ‘başlarına bela getireceğinden’ haberdar değildim. Trablus’ta ilk çatışmaları 20 şubatta duydum. Muhalif gruplar ara sokaklardan çıkarak, Kaddafi yanlılarına ya da araçlarından ‘istihbaratçı’ olduğu belli olan gruplara saldırıyordu. Hatta 5 gün önce kaldığım otel, akşam saatlerinde denizden açılan ateşle iri mermilerle tarandı. Saldırıdan arta kalan yüzlerce mermi kovanını ise, ‘tazminat olarak o gecenin parasını ödemeyeceğini’ söyleyen Batılı turistin avuçlarında gördüm. Artık odalar temizlenmiyor, kahvaltı verilmiyordu. Dükkanlar kapanmış, şehirde kilometrelerce benzin kuyrukları oluşmuştu.
Özgürlük belgesi
Akşamları sığındığım yerde atılan mermilerin tedirginliğini yaşamanın dışında sakin olan Libya maceram, iki gazeteci arkadaşımla, çalıştığı inşaatın kule vincinde vurulan Türk’ün öldürüldüğü yeri resimlemek için gittiğim Trablus yakınlarındaki ‘Salı Pazarı’nda hareketlendi. Ajan muamelesi gördüm. Gazetemiz editörlerinden Tarık Devrim’in, acemisi olduğum İstanbul’da gazeteye nasıl geleceğimi kroki halinde çizdiği ve arkasında ‘nazar boncuğu’ olması nedeniyle de benim üç aydır ‘uğur’ niyetine taşıdığım kağıda el konuldu. Çünkü elle çizilmiş krokide bir binanın üzerine gazetemizin adı, yani ‘Hürriyet’ yazılmıştı. Hürriyet, Arapça ‘Özgürlük’ demekti ve ben özgürlüğe nasıl ulaşılacağını çizmiştim. Libyalı Polat Alemdar’lar ve Memati’ler, çok önemli bir belge ele geçirmişlerdi.
Bindirildiğimiz bir minibüsle tahta kapılı bir yere girerken başlarımızı apış aramıza almamız ve girer girmez de gözlerimizin bağlanması ise Libya heyecanımın doruk noktası oldu. İlk yarım saat, tüm yaşantım gözümün önünden geçti ve “İyi yaşadın. Demek ki buraya kadarmış. Artık yaptığın haberlerin ve yarattığın şarkıların izi sürer” diye düşündüm. Dört saat dile kolay... “Ölümü mü, işkenceyi mi tercih edersin/” deseler, ilkini söylemeye karar vermiştim. Her şey, İngilizce konuşan bir adamın içeriye girip, “We are sorry” (Üzgünüz) demesine kadar sürdü. Libya’da olayların başından beri ekibiyle sabahlara kadar çalışan ve övgüyü sonuna kadar hak eden Libya Büyükelçisi Levent Şahinkaya devreye girmiş ve olay bitmişti.
Ürküten manzara
Artık Libya’ya nokta koymanın zamanı gelmişti. O akşam, zar zor izin alınan C-130 askeri uçaklarının teker teker Trablus’a inişleri gerçekleşecekti. Valizimi kaptığım gibi soluğu Trablus Havaalanı’nda aldım. Manzara ürkütücüydü. Libyalı güvenlik görevlileri belki 70, belki de 100 bin kişiyi kapılar önünde hizaya sokuyordu. Bir Mısırlı kurşunlanmış, bir Türk kalp krizi geçirmişti. Onbinlerce insan aç susuz yerlerde yatıyordu. Büyükelçilik ve Konsolosluk çalışanları ise Türkleri kolluyor, ay yıldızlı görevli kartları olan fosforlu sarı yeleklerle hizmet veriyorlardı. Savaşmak için değil, savaştan kaçmak için C-130’a bindim. Fileli oturaklara oturduğumda ise tek yaptığım, Şakir’in ülkesinden çıkan Türkler’in işlerine ve aşlarına güvenli bir Libya’da kavuşmaları için dua etmekti.