Güncelleme Tarihi:
Beni kulüplere götüren Uygur’a “Bu nasıl baskı. Kimse baskı altında değil. Bu manzarayı gören Çinlilerin Uygur halkına nasıl baskı yaptığını söyleyebilir? Biz bile Türkiye’de bu kadar çılgınca eğlenemiyoruz. Üstelik hani 20 Uygur’un biraraya gelmesi yasaktı?” diye sorduğumda aldığım yanıt ilginçti: “Çinliler, bizi böyle eğlenmeye teşvik ediyorlar. Neredeyse madalya verecekler. Şarkı söyle, içki iç, dans et. Herşeyi yap yeterki politikaya bulaşma.”
Victoria gece kulübüne daha ziyade Rus kızları gelirmiş. Çin, Orta Asya’dan gelenlere de bugünlerde vize vermediği için her zaman ağzına kadar dolu olan kulüp o gece tam dolu değildi. Olimpiyatlar nedeniyle sadece Türklere değil, Orta Asya’dan gelenlere de Çin zorluk çıkartıyordu.
Uygur kadınlarını inceliyorum. Gece külübüne gelenlerin yarısı içki içiyordu ama bir kadının sigara içmesi ayıplanıyordu. Kızlar genelde 22 yaşına kadar evleniyorlar. Sonra çocuk yapıyorlar. Çinlilere bir çocuk yapma hakkı var. Uygurlara etnik azınlık olduğu için iki çocuk yapma hakkı verilmiş ama bunu dinleyen kim? Uygurlar, dört beş çocuk yapıyor ve bazı çocuklarını nüfusa geçiremediği için başka yollar deniyor. Konulan kısıtlamalar umurunda değil. Bu arada tek çocuk sahibiyken , hamile karısısının ikiz çocuk beklediği anlaşılınca “Ancak iki çocuk yapmaya hakkın var Çocukları aldıracaksın” denilince Çin’den kaçmak zorunda kalan bir kanser cerrahının bu kural yüzünden hayatı kaymış ve gittiği Türkiye’de de Mesut Yılmaz hükümeti sahip çıkmayınca İngiltere’ye sığınmak zorunda kalmıştı. Enver adındaki bu Uygur’unÇin’den gelen baskıyla şimdi Türkiye’ye de giremediğini öğrendim.
Sincan’da kadın da çalıştığı için evde pek yemek yapamıyor. Lokantalarda yemek daha ucuza geldiği için çiftler dışarda yemeği tercih ediyorlar.
Beş çocuk sahibi bir Uygur, bana “Çin, buraya Çinli dolduruyor. Biz de yasak olmasına rağmen 2’den fazla çocuk yapıp dengeyi sağlıyoruz. Bizim nüfusumuz Çin’in ilan ettiği gibi 8 milyon değil. Rahat 20 milyonu geçeriz.” demişti.
Her türlü dansın yapıldığı kulüplerde dikkatimi çeken birbirleriyle dans eden kadınların çoğunun çocuklu dul kadınlar olmasıydı.
KADIN KADINA VALS
Gece külüplerinde Uygur kadınlarının çılgınca dans etmelerini izledim. Kadın kadına öyle vals yapıyorlardı ki bir Uygurlu kız “Bizi lezbiyen sanmayın. Sadece dans etmeyi çok seviyoruz. Günün yorgunluğunu dans ederek üzerimizden atıyoruz” demek ihtiyacını hissetmişti. Uygur erkekleri de el ele çarşıda geziyor, erkek erkeğe dans ediyordu : “Onlar da homoseksüel değil”
Bir kadının dışarda içki içmesi Uygur erkekleri tarafından ayıplanıyordu ama kadınların yüzde 50’si alkol kullanıyordu.
Kızlar arasında Sincan’da eşofman modası dikkatimi çekti.
Kız kıza dans eden Uygur kızlarına, erkekler yanaşabiliyor ve çekinmeden telefon numarası değiştokuşu yapabiliyordu. Sonra birbirleriyle buluşuyorlar ve arkadaşlıklarını ilerletiyorlardı. Kızlarla ilişki kurmak Sincan’da çok kolaydı.
Benim en çok dikkatimi çeken 30 yaşının üstündeki kadınlardı. Genellikle boşanmış olanlar, özgürlüğün tadını çıkartırken dansı çok ciddiye alıyor, en iyi gece kıyafetlerini seçiyor, bir giydiğini bir daha giymiyordu. Uygur kadınları düğünlerde ve gece kulüplerinde kendini göstermeyi çok seviyordu.
Sabahları beşte sokaklarda yiyecek pazarları kuruluyor ama Çinliler daha çok alışverişe meraklı. Akşamları kurulan akşam pazarı da ikiye bölünmüş. Bir tarafta üzerlerine “helal et” damgaları yapıştırılmış Uygur tezgâhları, karşı tarafında ise her türlü etin satıldığı Çin tezgahları. Açık Pazar’da tüm Sincan’da olduğu gibi Çinlilerle Uygurlar binlerce kişinin geceleri yemek yediği açık pazarda birbirlerinden kopuktu.
Açık pazarda gördüğüm et çeşitleri ve et bolluğu ilgimi çekmişti.. Bir Uygur kebapçı, “Bura halkı et yer. Et boldur. Sincan’a bu yüzden kuş gribi giremedi.”
Ben Uygurların ne kadar kavgacı olduğuna bu pazarda tanık oldum. Bir Uygur tezgahının arkasında yemek yiyordum. İstediğim içecek yandaki tezgahta vardı. Oradan içki istedim diye neredeyse iki satıcı birbirine girecekti. Uygurlar, patlamaya her an hazır bir millet. Silah taşımıyorlar ama palaları çekip rahat cinayet işleyebildiklerini öğrendim.
Sincan’da kadın yüzünden namus cinayetleri pek olmuyordu.. Bir ara üzerlerinde şiş kebabı yapılan kömür ocaklardan çıkan dumana gözüm takıldı. Çin televizyonunda olimpiyatlar nedeniyle çevre kirliliğini önlemek için Pekin’deki bazı fabrikaların kapatılacağı söylentileri etrafta dolaşıyordu.
Dünyaya olimpiyatlarda şov yapmak için Çin herşeye başvuruyordu. Hatta Uygurların kullandığı şiş kömür ocaklarının yasaklanacağı söyleniyordu.
Bence Uygurlar, ne kadar baskı altında olurlarsa olsunlar politik nedenlerle ayaklanmaya kalkışmazlar ama ucu ekmek paralarına dokunacağı için kömür ocakları yüzünden baş kaldırabilirler.
Londra’da okuyan Uygur öğrenci Ahmet Haci (40), 1998 yılında İngiltere’ye geldiğini anlatırken bana şu bilgileri vermişti: “ Siz Sincan’a gittiğinizde herkes takip altında olduğu için kimse sizle konuşamaz. Halk büyük korku içinde. Gerekçe gösterilmeden hapse atılanların ne kadar içerde tutulacağı ve ne zaman serbest bırakılacakları belli değil. O kadar kayıp, tutuklandıktan sonra haber alınamayan o kadar çok Uygur var ki.. Şu andaki en büyük sorun 16-22 yaşlarındaki genç Uygur kızların iç bölgelere göçe zorlanması. Kızlar, “Fabrikalarda size iş öğreteceğiz” bahanesiyle Sincan dışına gönderiliyorlar. Asıl hedef Uygurları asimile etmek. 10 milyondan fazla Uygur Türkü var diye 10 milyondan fazla Çinli Sincan’a göç ettirildi. Çaresiz kızların ailelerine baskı yapıyorlar. İç bölgelere gönderdikleri kızları kötü yerlere, fahişehanelere (randevu evleri) satıyorlar. Neden evlenmiş, çocuk sahibi kızları iç bölgelere göndermiyorlar? Çin, biz Uygurları yok etmek istiyor.
Camilere giden halk, esnafsa birşey yapamıyorlar. Memurlar, emekliler ve öğrenciler, sosyal haklarını kaybedeceklerinden camiye gidemiyorlar. Özellikle memurlar, ilk, ortaokul öğrencileri sıkı takip altında. Emekliler camiye gittiklerinde “Sizin emeklilik paranızı camiler ödesin” diyerek paraları kesiliyor. Camiler serbest sayılır ama kısıtlamalar fazla. Bu yüzden, cuma namazları dışında camilere giden fazla yok. 1949 yılından bu yana dini özgürlük elden gitti. Camilerimizi yıktılar, kuranları yırttılar. Şu andaki camiler 1980 yılından sonra yapılan camiler.
Ürimçi’deki Kapalıçarşı’ya bitişik camide tanıştığım Uygur, “1976’da Mao öldükten sonra bize biraz demokrasi, dini özgürlük verildi. Halk dava açıp camilerini geri istedi, aralarında para toplayarak camilerini yaptı ama 18 yaşından küçüklerin camilere gitmesi, din dersi alması engellendi. 18 yaşından sonrakilere dini eğitim serbest bırakıldı. 18 yaşını geçenlerin isteseler de dindar olamayacaklarını Çinliler çok iyi biliyorlar” demekten kendini alamamıştı.
Sincan’da TRT yayınları bloke ediliyordu. Türkiye’ye tatile gitmek isteyenlere kolay kolay izin verilmiyor, pasaport alabilmek için rüşvet vermek gerekiyordy. Hacca gitmek de çok zordu.
Aynı Uygur, ekledi: “5-6 yıl önce bomba yüklü bir askeri araç yanlışlıkla patladı. İslami teröristler yaptı diye üzerimize attılar”
Hiçbir Uygur’un fikir özgürlüğü yoktu. Birisi ağzını açsa cezalandırıyorlar, hapse atıyorlardı. Siyasi suç işleyenlerin durumu çok kötüydü. Çok kayıp tutuklu vardı. Cesetleri bile bulunamıyordu. Bazıları işkenceyle öldürülüyorlardı. “Kalp krizinden öldü” deyip bazen cesetleri gömüyorlardı. Çin’de 100 idam varsa, 50’si Doğu Türkistandandı.
Geçen yıla kadar Uygur okulları fazlaydı..Şimdi yavaş yavaş kaldırılıyordu. Uygur öğretmenler işsiz kalıyor. “Çince iyi konuşamıyorsunuz” deyip onları okullardan atıyorlar. Ve yerlerine Çin öğretmenler getiriyorlar. Uygur dili tehlikede.
KAPALIÇARŞI ETRAFINDA SİLAHLI POLİS VE ASKERİ DEVRİYELER
Şoförlerimden biri İli’de askeri tankların gezdiğini, şehirde adeta sıkıyönetim ilan edildiğini söyledi : ”Ben şehirde geçen hafta küçük tanklar gördüm. İli’deki Uygurlar korku içinde. Bizi korkutmak için her yarım saatte bir şehir merkezinde küçük tanklarla tur atıyorlar”
Gördüğü tankı tarif ettirdim. Tanktan ziyade zırhlı personel taşıyıcılarını (ZPT) kastediyordu ama böyle birşey varsa gidip yerinde incelemem gerekiyordu. İli, Sincan’da direnişin üslerinden biri olarak biliniyordu. Çin polisi ve askerleri, burada direnişçi çok Uygur öldürmüştü.
Bu ikinci ziyaretimin ikinci haftası ancak araştırma konuma girebilmiştim.
Çok iyi İngilizce bilen bir korsan şoför, beni folklor festivaline götürürken Türk olduğumu öğrenince neler söylemedi neler: “Burası bizim toprağımız. Çinliler, gelip bizim yerimizi işgal ettiler. Biz, sizin gibi Türk olduğumuz için bizden çok korkuyorlar ve bizi bastırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Onların defolup vatanımızdan gitmelerini istiyoruz ama gücümüz yok. Korkudan onlara karşı direnemiyoruz çünkü Çin ordusu çok kuvvetli ve Çin ordusuna karşı elimiz kolumuz bağlı. Aslında Çinliler çok korkak bir millet ve bizi tehlike gördüklerinden bize terörist yakıştırmasında bulunuyorlar. En ufak bir gösteride hemen acımasızca bastırıyorlar. Terörist öldürdük diye iftira atıyorlar. Biz kaderimizi kabullendik. Biz de siz gibi Türküz. Çinliler bizi tehlikeli gördüklerinden bizden çok korkuyorlar. Tibet ve Sincan’ın durumu aynı. Biz kalabalık olduğumuzdan birgün ayaklanmamızdan korkuyorlar. Bu yüzden bizi dünyaya terörist olarak ilan ediyorlar. Çin’in dünyada tek korktuğu şey var. O da Türk. Türk lafı bile onları çileden çıkartıyor. Ama bize sahip çıkacak bir Allahın kulu yok. Allahtan başka bizim bir sahibimiz yok. Bizi baskı altında tutan Mao politikası uygulanıyor. Biz hiçbir şekilde insan haklarımızı savunamayız.”
Ablasının doktor olduğunu söyleyen şoförün, bir daha çağırmak üzere ismini ve telefonunu not ettim. Bir yılda evde kendi başına çalışarak İngilizce öğrenmişti. Sincan’da hiç bu kadar iyi İngilizce bilene rastlamamıştım.
“Burada hiç fikir özgürlüğümüz yok. Evimde internet var ama biliyorum ki yasak bir siteye girsem iki saat içinde tesbit edecekler ve gelip evimi basacaklar” diye anlatırken, ona kuşkuyla baktım. Kimse korkudan ağzını açmazken bu kişi nasıl bu kadar rahat rejim aleyhinde konuşabiliyordu. Ajan olabileceğini, beni yokluyor olabileceğini düşünerek fazla açık vermeden ihtiyatlı konuştum. 30 Yuan taksi parası verirken “Normal bir taksiye binseniz bu kadar yola iki mislini öderdiniz” dedi.
Ertesi akşam Kapalıçarşıya gittiğimde müşterilerinin yüzde 99’unun Uygur olduğu pazarın etrafında beş kişilik silahlı timlerin sürekli gezdiğini farkettim. Şehrin Çin mahallelerinde tek bir silahlı güvenlik görevlisine rastlamazken Uygur çarşısının etrafında ikisi polis, üçü asker beş kişilik silahlı timlerin sürekli gezmesi tuhaftı. Uygur Türkleri tamamen kontrol altında tutulmak isteniyordu. Cebimdeki küçük fotoğraf makinesiyle önden resimlerini çekmeyi denedim. Tüfekli Çinli asker ile göz göze geldiğimiz için son anda deklanşöre basmaktan vazgeçtim ama halkın arasına karışırlarken yandan ve arkadan resimlerini çektim.
HOTAN’DA 600 TUTUKLANAN TÜRBANLI GÖSTERİ İÇİNDE 200 ERKEK ÇIKTI
İLİ’DE 24 SAAT DEVRİYE GEZEN GÜVENLİK ARAÇLARI
Sincan’daki 10. günümde kara kutuyu aralamış ve bana güvenip Sincan’daki gerçek durumu anlatacak kişileri iki yıl sonra bulabilmiştim. Kapalıçarşı dışında dışında tanıştığım bazı Uygurlar, Türk olduğum için bana güvenmişti ve içlerini döküyorlardı. Önceleri Uygur Türkleri için “Bu insanların beyinleri laboratuvarlarda alınmış ve bu insanlar robotlaştırılmışlar” diye düşünürken, ne kadar dolu, patlamaya hazır olduğunu farkettim. Yazılarımın bundan sonraki kısmında görüştüğüm kişilerin hayatlarını tehlikeye sokmamak için not defterimde kayıtlı olmasına rağmen isimlerini, mesleklerini ve eşgallerini vermeyeceğim. Ama tek vurgulamam gereken birşey var: Bunların hiçbiri direnişçi değildi. Ben hiçbir terörist Uygur izine rastlamadım. Çin öyle bir bastırmış ve korkutmuş ki değil örgüt, terörist hücre bile olduğu şüphe götürüyor.
Uygurların yabancıya neden sır vermediğini bir Uygur arkadaşım şöyle açıkladı: “Ben size bile güvenemem. Gizli servislere çalışmadığın ne malum? Burada geçenlerde dokuz Uygur arkadaş bir akşam bir evde toplanmış, Çin’in bize baskısını tartışmıştık. Ertesi gün, Çin gizli servisinden biri yanımıza gelip “Ayağını denk al. Dün gece sen şöyle konuşmuşssun” demez mi? Aramızda ajanlık yapanlar var. Kimse kimseye güvenemiyor. Bu yüzden tek kelime etmeye korkuyoruz”
Sincan’da ilk 10 günün sonunda izlenimlerim şöyleydi: “Dışardaki Uygurlar olayları abartıyor, iddialarının çoğunun gerçekle ilişkisi yok Sincan’da herkes mutlu ve Çinliler, Uygurlar mutlu bir şekilde bir arada yaşıyorlar” Yanılmışım. Sincan, açılması çok güç bir kapalı kutuydu. Türk olmasam ve Türkçe konuşmasam Uygurlar tutuklanma ve yok olma tehlikelerini göze alıp kesinlikle bana açılmazlardı. Sincan’daki son günlerimde Çinlilerle Uygurlar arasındaki uçurumu ve nefreti daha yakından gördüm.
Kapalıçarşıda depremzedeler için para yardımı toplanıyordu. Burada da üç gün yasa ilan edilmişti. Uygur işadamları “Bize ne. Ölenler Çinli. Onlara neden para verelim? Beş yıl önce Kaşgar depremi oldu. Binlercemiz öldü. Dünyaya 256 kişi öldü diye ilan ettiler. Kimse bize sahip çıkmadı. Oysa belki de 30 bin ölenimiz vardı. Ama ölenler Uygur olduğu için böyle yardım kampanyaları açılmadı. Şimdi 70 bin kişi öldü diye dünyayı ayağa kaldırdılar çünkü ölenler Çinli”
Oysa depremde ölenlerin hepsi Çinli değildi. 12 Mayıstaki 70 bin kişinin öldüğü depremin merkezi Wenchuan’a 200 km mesafedeki 22 bin nüfuslu Bikou şehrinde 400’den fazla müslüman yaşıyordu ve çoğu depremde ölmüştü. Bikou’nun 2001 yılında yapılan camisi bile yerle bir olmuştu.
Çarşıda dükkânı olan Türkiyeli bir işadamı, depremzedeler için kan bağışında bulunmak istedi. Uygurlar bozulur diye ortaya çıkamadı.
Uygurlar ile Çinlilerin birarada huzur içinde yaşamaları olanak dışıydı. Bir Uygurlu aradaki farkı bizzat kendi gözlerimle görebilmem için şu öneride bulundu: “Zaten Uygur’a benziyorsun. Fotoğrafçı ceketini çıkartsan ve bir Uygur takkesi alsan kimse senin Uygur olmadığını anlamaz. Böyle Ürimçi’de dolaş, Çinliler tarafından nasıl aşağılanacağını göreceksin”
Ertesi günü takke alıp karşısına dikildim. Güldü: “Evet çok benziyorsun ama ben senin Uygur olmadığını hemen parmaklarındaki alyanstan anlarım. Burada erkekler, peygamber efendimiz öyle buyurdu diye , parmaklarına altın yüzük takmazlar. Onu da çıkartman gerekiyor.”
Kapalıçarşıda dükkân sahibi kadınlarla tanışıyordum. Biri ayın 24’ünde pasaport alacak diye çok sevinçliydi.. Elbiselerini sattığı İstanbul’a gitmeyi hayal ediyordu. Pasaport çıkartmak ona çok pahalıya patlamıştı. Yanımda ki Uygur kulağıma fısıldadı:.”İş pasaport almakla bitmiyor. Bundan sonra İçişleri Bakanlığı’ndan seyahat izni alacak. Ayrıca Diyanet İşleri’nden de kağıt gerekiyor”
Şehirde Uygur gibi gezmeye başladığımda Uygurların çöpçülük gibi en kötü işlerde çalıştırıldıklarına tanık oldum. Üç tekerlekli bisikletli araçlarında, atlı arabalarında pazara yiyecek taşırlarken Uygurların ikinci sınıf vatandaş görünümündeydiler. Bankalarda, otellerde, büyük iş yerlerinde en iyi işler Çinlilerdeydi.
KAŞGAR DIŞINDA 600 BİN SİLAHLI KORUCU
Okullarda bile orta, lise öğrencisi Çinli ve Uygur öğrenciler, aynı sınıfta okumalarına rağmen, okul dışında birbirlerine “merhaba” demiyorlardı. Konuştuğum 16 yaşındaki bir Uygur kızı , “Ben Çinlilerden nefret ediyorum” diye ağzından kaçırdı.
İki yıl önce Kaşgar’a gittiğimde eşek arabalarının sık göründüğü Uygur çarşısında ve Uygur mahallelerinde tek bir kişi bana açılıp “Durumlar çok kötü” dememişti. Oysa bu gidişimde Kaşgar’lı bir Uygur, “Durumlar çok kötü. Eskiden güvenlik güçleri İli’de kimseye göz açtırmazdı. Şimdi Kaşgar ve Hotan’a ağırlık veriyorlar. Tibet’e 300 km mesafedeki Kaşgar ve Hotan’da şimdi kuş uçurtmuyorlar. Kaşgar taşrasındaki 600 bin çiftçiyi Uygur ayaklanmasına karşı silahlandırdılar. Her çiftçinin evinde silah var” diye uyarıda bulundu.. Çinliler, Uygurlara karşı gizli bir kuvvet olarak “korucular” kullanıyordu.
Kaşgarlı Mahmut’un Kaşgar’ını Diyarbakır’a, Hotan’ı Van’a benzeten bir Uygur Türkü, “Artık bir şehirdeki Uygur, başka bir şehire rahatlıkla seyahat edemiyor. Yollarda askeri barikatlar kurdular. Örneğin Hotan’dan biri Kaşgar’a gelip otelde kalamıyor. Zaten iç bölgelere seyahat edip eskisi gibi otellerde konaklayamıyoruz. Otel sahipleri, olimpiyatlardan önce otellerinde Uygurlara oda vermiyor. Sözüm ona otellerini pisletiyormuşuz. Odalardan eşya çalışıyormuşuz. Eskiden İli direniş merkezi olduğu için güvenlik güçleri buralarda çok fazlaydı. Şimdi Kaşgar ve Hotan ön plana geçti. Geçenlerde başörtüsü yasağı yüzünden 600 kişi Hotan’da gösteri yaptı. Şimdi bu 600 kişiden haber yok” demişti.
Ürimçi’de camiler faaliyetlerine rahat devam ediyorlardı ama Hotan, Kaşgar taraflarındaki köylerde camiler kontrol altına alınmıştı : “Cuma namazları artık belli camilerde kılınabiliyor. Cuma namazı kılınabilecek camilerin listesini bize bildiriyorlar. Amaç camilere giden topluluğu kontrol altında tutmak. Cuma vaazlarında politikadan tek kelime etmek yasak. Ürimçi’de herşey gözaltında olduğu için buraya gelen yabancılar farketmesin diye burada camilere karışmıyorlar. Diğer bölgelerde tüm toplantı hareketlerini engelliyorlar. Çok çifte “Şimdi evlenmeyin. Olimpiyatlardan sonra evlenin. Şimdi evinizde nikah yapın ama sayınız 20’yi geçmesin” diyorlar. Cenazelerimizde bile sadece cenaze aracının mezara gitmesi isteniyor. İnsanlar cenazeleriyle birlikte yürüyemiyorlar”
Evde yapılan nikahlarda sayı 20’yi geçerse 20 bin Yuan ceza veriliyordu.
Hotan’daki gösteri olayını araştırınca Sincan’da yaşayan bir Türk, şu ilginç açıklamayı yaptı: “ Başötüsü yasağına karşı gösteri yapan 600 kadın arasında 200’ü erkek çıkınca Çinliler çıldırdı”
200 Uygur erkek , kadın kıyafetine girmişti.
Bu arada “Abdursul” adında Uygur asıllı bir Türk vatandaşının eroin kaçakçılığından bir yıl önce tutuklandığını , idam cezasıyla mahkeme edildiğini , bir ay önce de tutuksuz olarak yargılandığını öğrendim. İdam cezası , büyük rüşvetlerde, eroin işinde, ve cinayetlerde veriliyordu.
Küçük rüşvetler tesbit edilemediğinden cezasız kalıyordu.
Bana Uygurlu bir taksi şoförü “İli de şehir merkezinde tanklar gördüm. Sanki olimpiyatlar öncesi sıkıyönetim ilan edildi” diye önemli bir istihbarat vermişti. Yolda yakalanması pahasına İli’ye gitmem gerekiyordu.
SORGULAMAK İÇİN KARAKOLA DEĞİL OTELE GÖTÜRÜYORLAR
Çinlilerin, Uygurları sorgulamaya götürdüğü yer otel odalarıydı. Sorgulamayı yapanların yanında, dili bilen bir de Uygur bulunuyordu. Çinliler Uygurca bilmediği için Uygur ajanlardan yararlanıyordu. Uygur kökenli olup Pakistan, Türk gibi yabancı vatandaşlıkları olan pasaportlu kişileri, Çinliler 48 saatten fazla gözaltında tutamıyorlardı.
Pasaportsuz olanlara gözaltı süresi yokdu. Şu anda içeri aldıkları her Uygur, olimpiyatlar bitene kadar içerde kalacak. Gittiğim İli’de beş cezaevinin de ağzına kadar dolu olduğu söylendi. Kavga eden Uygurların bile terörist muamalesi gördüğü ileri sürülüyordu.
Uygurlar, politik bakımdan tamamen sindirildikleri için ağızlarını açıp politik tek kelime edememekle birlikte kavgacı bir milletti.
Açık pazarda kebapçıların birbirleriyle büyük ağız kavgalarına şahit olduğun gibi Uygur çarşısı olan Kapalıçarşıda kadın tezgahtar ile kadın müşterinin sac saça baş başa birbirlerine girmelerine çok kez tanık oldum.
DİRENİŞ HAREKETİNİN MERKEZİ İLİ’DE 24 SAAT POLİS DEVRİYE GEZİYOR AMA SIKIYÖNETİM HALİ YOK
Ben de kimseye güvenmiyordum. Hiç kimseye boş bulunup açılmamalıydım. Hemen rapor edilebilirdim. En ufak bir yanlışlık yapsam, gazeteci olarak ilgili makamlara bildirmediğim için başım derde girebilirdi. Casus diye tutulmam söz konusuydu. Beni buradan kurtarabilecek kimseyi de bulamazdım. Aylarca kaybolsam izime rastlanmazdı. Sincan’a gelmeden önce eşime beni her sabah aramasını söylemiştim ama telefon hatları o kadar kötüydü ki bazen günlerce Londra ile temasa geçemiyordum. Dış haberler müdürüm Ayşe Karasu’ya attığım e-mail mesajlarında neler yaptığımı rapor verirken bile okunduğunu bildiğim için kelimeleri titizlikle seçiyordum.
Sincan’da yarım saat sonra bile ne yapacağımı kimseye haber vermediğim için ani bir kararla bir Uygur şoför ile İli’ye gitmek üzere pazarlık ettim.
Arabası çok eski olduğu için önce bir araba kiralamayı denedik. Rent a Car’da 3 bin dolar depozit ile iki güne 350 istenince, Uygur şoförün arabasında karar kıldım.
O gün, izimi kaybettirmek için otelimi değiştirmiştim. Bavulumu otelde bırakarak sadece fotoğraf makinesi, bilgisayar ve video kameramı yanıma alıp yola koyulduk. Göz altına alırsam okumasınlar diye tüm notlarımı beynime kaydediyor, ortada kanıt bırakmamaya çalışıyordum.
10 saatlik araba yolculuğunu aracımızın sürekli arıza yapması sonucu 12 saatte yaptık. Gidişte yolda hiç çevirme olmadı. Şoförüm tek başına zor olacağı için yanına bir arkadaşını ikinci şoför olarak almıştı.
Pekin’in “Çin’in Kaliforniyası” olarak tanımladığı Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin’in en büyük petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip. Beni bölgede gezdiren Uygur şoförüne göre “ Sincan biterse Çin biter” . Hatta “Çin, Pekin’den vaz geçer, Sincan’dan vazgeçmez” diyenler bile vardı. Gerçekten de İli’ye otomobille giderken şehirlerarası yoldan farkettiğim Sincan’ın en büyük petrol tesisleri Maytak Karmay’da gördüğüm Pekin’e uzanan petrol boruhattı “Ben olmasam , dünyaya meydan okuyan o gücün kalmaz” der gibiydi. Sincan, aynı zamanda bir zamanlar nükleer testlerin yapıldığı, çok Uygur’un bu testler yüzünden sakat kaldığı bir yerdi.
Sincan’da 10 metreden petrol fışkırıyordu ve Suudi Arabistan’dakine eşdeğerde petrol vardı ama geliri olduğu gibi Pekin’e gidiyordu.
İli’ye 60 km kala Sayram Gölü’nü geçtikten sonra Telke Dağı’nı inerken yollar o kadar kötüleşti ki, 60 kilimetreyi iki saatte alabildik. Şoförüm “Çinliler bu yolu beş yıldır bitiremedi. Burası Çin bölgesi olsa çoktan yolu yaparlardı” dedi. Sabaha karşı saat 2’de İli’ye vardık. Karnım çok aç olduğu için bir Uygur kabapçısına gidip şiş yedik. Lokantaya bakan çocuklara devriye gezen polisleri görüp görmediğini sorduk. “Birazdan geçerler” yanıtını aldık. Halk, 24 saat devriye gezen jandarma ve polis ekiplerinden rahatsızdı.
İli’nin en lüks otelinde dokuzuncu kata yerleştik. Ayrılan oda araçların geçtiği yol kavşağını görmeyince, oda değiştirdim. Geçen tankları ve devriye gezen polis araçlarını izleyecek ve teleobjektif ile uzaktan görüntü alacaktım.
Taksi şoförünün bahsettiği tankları göremedim ama şehirde sürekli tur atan üstü açık polis ve jandarma araçlarına tanık oldum. Direniş merkezlerinden biri olarak bilinen İli, başkent Ürimçi’den farklıydı. İçlerinde yarım düzine polis ve asker bulunan araçlar her 20 dakikada izlediğim kavşakdan geçiyordu. Halk, sürekli kontrol altında tutulmakdan rahatsızdı.
Bir Uygur, “Çinliler bize terörist muamelesi yapıyor. Herşeyi üzerimize atıyorlar. Geçenlerde içi bomba yüklü bir askeri araç kazayla patladı. Uygur teröristler patlattı diye açıklama yaptılar” demişti. Olimpiyatları sabote etmek için Ürimçi’den Pekin’e giderken teröristler tarafından kaçırılmak istenen uçağı sordum. Olayı Uygur gazetelerinde okuyan genç alaycı bir ifadeyle güldü: “16 yaşında iki kız terörist diye burada açıklama yapıldı. Kızlardan biri Ürimçi Alanı’nda kalmış, uçağa binmemiş. Uygurca gazetelerde okuduğumuza göre uçağa binen Uygur kızı, iki pepsi cola tenekesine benzin doldurmuş ve uçak havadayken tuvalette bu tenekeleri ateşlerken yakalanmş. Uçağa kibrit ve çakmak sokmak yasak. Bu kız nasıl sokmuş çakmağı? Kızı terörist ilan ettiler”
Gittiğim İli’de iki Uygur teröristin öldürüldüğü, 15 kişinin tutuklandığı baskını güvenebildiğim kişilere soruyorum. Kimsenin haberi yok. Aldığım yanıt: “Biz terörist değiliz.”
İli Ürimçi’den çok farklı. Pazarı Kaşgar gibi eşek ve at arabalarıyla dolu. Bu arada bir Uygur ailenin evine yemeğe davet ediliyorum. Bağdaş kurup yemek yiyoruz. Bu arada ev sahibiinin oğlunun, ilkokulda İngilizce öğretmenliğ yapan bir kız ile evlenmek üzere olduğunu fakat kasım ayına kadar düğünlere izin verilmediği için hayatlarını birleştiremediklerini öğreniyorum.
Sevdiği erkeğe bir an önce kavuşamadığı için endişe içindeki genç öğretmen bana dert yandı: “Olimpiyatlar sırasında Çinli kızlar evlenebiliyor da biz niye evlenemiyoruz. Biz Uygur kızlarının evlenmeye hakkı yok mu? Yuvamızı kuracağımız evimiz bile hazır ama gelen yasak üzerine evlenemiyoruz. Bizi terörist görüyorlar ve her hakkımızı bastırıyorlar. 1 Temmuz’dan Kasım ayına kadar evlenemezmişiz. Nedenini sormaya da hakkımız yok”
Ürimçi’de ise düğünlerin durdurulması başka tarihlere planlanmıştı. Bir düğün organizatörü Uygur, düğün yasaklarının 22 Haziran-10 Temmuz tarihleri arasında olacağını ve bu konuda kendisine düğün yapmaması için emir geldiğini söylemişti. Bu tarihler Olimpiyat Meşalesi’nin Sincan’a geleceği tarihlere yakındı. Kapalıçarşıdaki Uygur dükkan sahiplerinin, düğünlerin iptal edilmesiyle işleri de durmuştu.
İli’de evlenemedikleri için Ürimçi’ye gelip evlenen çiftlere de rastladım.
Konuştuğumuz Uygurların çoğuna sormuştum: “Neden polise sormuyorsunuz bu kararların nedenlerini?” Aldığım yanıt hep aynıydı: “Ne haddimize polise soru sormak. Polisi sorgulayamıyoruz. Kararlar Pekin’den çıkıyor. Polis bile nedenini bilemiyor. Çoğu karar, Sincan’a ulaşana kadar şekil değiştiriyor. Uygulamanın nasıl yapılacağını polis de kestiremiyor”
İli’deyken merak edip düğünlerin yapıldığı parka gittim. Yasak başlamadan fırsatı kaçırmamak için üç çift o gün düğün yapıyordu. Bazen günde 10 kadar düğünün olduğu, düğünlerin Uygurların hayatındaki önemi büyüktü.
Yemyeşil, şehirdışı buğday, pamuk, mısır, pancar tarlalarıyla kaplı İli’den Kazakistan sınırına gitmeden yapamadım. Burada iki ay önce Kazakistan’da okuyan T.C. vatandaşı iki Türk gencinin tutuklandığını duymuştum.Elçilikten öğrendiğime göre, Oğuz ve Talat Tarancı adlı gençler, bilgisayarlarında “Tibet’in ruhani lideri Dalay Laması “ sayılan Rabia Kadir’in fotoğrafları var diye sınırda üç gün göz hapsinde tutulmuşlardı. İki genç, nüfuslu bir aileden olmasa ve araya T.C. Büyükelçiliği girmese iki genç, belki de aylarca hapis yatacaktı. .Çinlilerin laptopları bile ülkeden çıkarken kontrol ettiğini öğrenince Sincan’da çektiğim fotoğrafları nasıl saklayacağımı kara kara düşünmeye başladım.
Ürimçi’ye dönüş yolunda Çin askerleri kimlik kontrolü yapmak için arabamızı durdurdukları vakit yüreğim ağzıma geldi. Sincan’da kendimden başka pek yabancı görmemiştim. Ben üstelik bir Türk gazetecisiydim ve Sincan’da ne yapıyor olabilirdim.
Benim şoförün yardımcı şoför olarak yanına aldığı Uygur, silahlı askere kimliğini gösterince bize, benim pasaporta bakmadan “Devam edin” dendi. Şaşırmıştım. Şoförüm açıkladı. “Arkadaşımın polis kartı var.”
İçime bir şüphe girdi. Yoksa Çin gizli servisi, arabadaki Uygur aracılığıyla benim hareketlerimi kontrol altında mı tutuyordu? Düşüncelerimi hiç belli etmedim. Kafamdaki şüpheleri yok etmem gerekiyordu. Bugün bu kontrol noktalarında gözaltına alınmamamı bu yanımızdaki polis kartlı Uygurlu gence bağlıyorum .O bence beni kendine daha yakın hissetmişti ve beni ele vermemişti. O yanımızda olmasa beni kesinlikle sorgularlardı. Yalnız şunu da ekleyeyim: Londra’ya döndükten sonra öğrendim ki askerlere gösterdiği polis kimliği sahteymiş.
Yolda kimlik kontrollerini boşuboşuna yapılmıyordu. Kimliği olmayanları, şüpheli gördüklerini hemen götürüyorlardı.
Şehirlerarası yolda silahlı askerler bir kez daha durdurdular ve bu kez pasaportuma baktılar. Hiç soru sormadılar. Daha sonra paralı yol şıkışı gişelerde bir Uygur polisi, bagajımızı kontrol etti.
Bana verilen bilgilere göre Sincan’da her on polisten biri, her 100 askerden biri Uygur’du. Çinliler, Askere Uygurları burası Uygur Özerk Bölgesi olmasına rağmen pek almıyorlardı. Şoförüm bu konuya şu açıklığı getirdi: “Çinliler askere Uygurları almaz. Ancak rüşvetle Ordu’ya girilebilir. Çinliler para vermez, bizimkiler 1500 dolar rüşver verirler. Nedeni askerlik burada paralı. İki yıl boyunca ayda 200-300 dolar alınır ki bu yılda 2500 dolar eder. Burada bu çok iyi para. Ben bile şoförlükten ayda 30 dolar kazanıyorum, yani günde bir dolar.”
Konuştuğum bir Uygur, Olimpiyat meşalesinin geldiği meydandan Kapalıçarşıya doğru yürürken sağda köşebaşında çarşıya 300 metre mesafedeki Rabia Kadir’e ait işhanını gösterirken Rabia Kadir’i bir kahraman olarak tanıtıyor ve şunları söylüyordu: “Tibet’in Dalay Laması varsa bizim de Rabia Kadirimiz var. Amerikadaki kocasına bir yerel gazete gönderdi diye devlet sırlarını vermekten 6 yıl hapse mahkum oldu. Amerika’nın baskısıyla serbest bırakıldı: O bizim için bir kahraman.”
Yarın: ÇİNLİLER UYGURLARA İZ BIRAKMAYAN PLASTİK SOPAYLA İŞKENCE YAPIYOR