Güncelleme Tarihi:
Cumhuriyet düşmanlığıyla, laiklik karşıtlığıyla suçlandığı dönemde, hatta meşhur "velev ki" çıkışını yaparken bile kontrolü elden bırakmayan, “siyasi bir strateji” doğrultusunda hesaplı davranan Başbakan'ın, yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkınca aniden böylesine büyük bir “hınç” ve “kin” ile tepki göstermiş olması manidar değil mi?
Siyasi tarihimizde DP'den ANAP-DYP çizgisine dek uzanan bütün bir merkez sağ geleneğinde, halkı arkasına almayı amaç edinen liderlerin, çeşitli birey ve kurumları “hedef gösterdiği” çok oldu. Ama AKP, Başbakan'ın kişiliğinde, “sınırsız öfke ve hiddeti” ilk kez “siyasi kültürün bir parçası” yaptı.
Nasıl bir kültür bu?
Biz susalım, Baudrillard yanıtlasın:
"Bu kültür, hınç alma kültürüdür; ama aynı kültürün içinde, ötekine duyulan hıncın arkasında, kendimize karşı duyulan hıncın, kendimizin ve benzerinin diktatoryasına karşı duyulan hıncın olduğunu tahmin etmek gerekir ve bu hınç kendi kendimizin yıkımına dek gidebilir." (Jean Baudrillard, Tam Ekran, Ayrıntı Yayınları, sf 81)
* * *
Geleneksel siyaset, iktidar sahiplerinin "kadir-i mutlak" olduğu, kendilerini halka sonsuz bir kudret sahibi olarak, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcileri olarak sunduğu bir yapıdaydı. Osmanlı padişahlarını veya Güneş Kral 14. Louis'i hatırlayın...
Modern siyaset, politikacıları halkın bir parçası yaptı, “vatandaşlık” kavramı çerçevesinde onları avam ile eşit hale getirdi. Abraham Lincoln'den Atatürk'e tüm modern siyasiler, halk iradesinin birer temsilcisiydi.
Oysa postmodern siyaset, çıtayı biraz daha aşağıya çekiyor ve liderleri, “halkın herhangi bireyinden de aşağıda”, onlardan bile daha çok “ezilmiş, hor ve hakir görülmüş” şahsiyetler olarak sunuyor.
Bu dünyada tüm siyasi liderler “kurban”.
Barack Obama'dan, Başbakan Erdoğan'a dek, sözde hepsinin hakkı yenmiş, hepsi mağdur edilmiş. İşin ilginci, mağduriyetleri, iktidara geldikten sonra bile, ne hikmetse, bir türlü bitmiyor.
O yüzden Ertuğrul Özkök'ün bahsettiği, "aynaya bakıp, acı birer gerçek olan bireysel eksiklik ve hatalarla yüzleşme ritüeli", ancak kendisiyle barışık ve sağduyulu bireylere hitap eden bir öneri olarak kalıyor. Bugünün siyasileri için bu “kendi kimliklerini parçalayan korkunç bir süreç” olurdu. Tam da bu yüzden ne kendileriyle barışıklar, ne de sağduyu sahibiler; öfkeleri sayesinde aynaya bakmıyor ve bu yolla hayatta kalıyorlar.
* * *
Muzaffer Kuşhan'ın “Nazi kampı” benzetmesi yapılan zayıflama merkezi, genç bir kızın ölümünün ardından ruhsatsız olduğu "keşfedilince" kapatıldı. Bir insanı, işkence gibi yöntemler uygulanmasınarağmen bu gibi merkezlere çeken ne? Aynaya neden kendi gözlerimizle değil, toplumun gözleriyle bakıyoruz? Kendisiyle barışık olmak yerine, dönemden döneme değişen “toplumsal standartlara” uymaya zorlanmak bireyin kaderi mi?
Öyle görünüyor. Çünkü bütün dünya, giderek daha acımasız bir biçimde, “hastalıklı” bir estetik anlayışını dayatıyor. En moda kıstaslardan biri, zayıf bedenin yüceltilip şişman olanın küçük düşürülmesi.
Bu yeni standartların reklamı konusunda medya da payına düşeni alıyor ve ister istemez bu yönde altmetinlere sahip yayınlar yapmayı sürdürüyor. Gazetelerin ve televizyonların kurduğu bu “okuldan” mezun olanlar, Kuşhan’ın kliniğinde buluyorlar kendilerini. Kaçış yok.
* * *
Yoksa hayatımızdaki çoğu kavram,birer “şartlı refleks” mi? Öyle ya, postmodern dünyanın “toplumsallaştırıcı okulları”, bireylere bir şeyler öğretmek için değil, onları birşeylere “inandırmak” için çalışıyor.
Örneğin küresel ısınma söylemi de, tıpkı ona karşı çıkan argümanlar gibi, “öğretimi” değil, “inancı” temel alıyor. Sonra sistem tarafından “şişman” olduğunuza inandırılıyorsunuz. Hatta “aşık” olduğunuza bile inandırılıyorsunuz. Ve sonuçta herşey, dünya çapında iş yapan bir avuç şirketin çıkarına sonuçlanıyor.
Bu yıl ABD’de ikinci sezonuna başlayan ve geçen hafta “En İyi Drama” dalında Emmy ödülü kazanan “Mad Men” (Deli Adamlar) adlı dizinin ana karakteri, pazarlama ustası Don Draper bu durumu şöyle özetlemişti:
"Aşkı hissetmiyorsun, çünkü aşk diye bir şey yok. Senin aşk dediğin şey, benim gibi adamlar tarafından, daha fazla naylon çorap satmak amacıyla icat edildi. Yalnız doğdun, yalnız öleceksin ve dünya bu gerçekleri unutturmak için bir sürü kural dayatıyor sana. Ama ben asla unutmam. Yarın yok gibi yaşarım, çünkü sahiden de yarın diye bir şey yok."
Belki günümüzde, siyasetin de, estetiğin de, etiğin de, sanatın da aniden yokolmasının sebebi, işte budur.
* * *
ABD Yönetimi, bankacılık krizini engellemek amacıyla piyasalara son anda müdahalede bulundu ve 700 milyar dolarlık bir “kurtarma planı” açıkladı. Uluslararası medya, dünya ekonomisinin çökmesinin bu müdahale sayesinde engellendiği görüşünde.
Oysa bu “acı reçete”, sıradan vatandaş için, özellikle de Amerikalı vergi mükellefleri için sevinilecek değil, yas tutulacak bir çözüm.
Özetin özeti şu: Bazı bankalar ve yatırım kuruluşları, “uzun vadeli krediler” üzerinden büyük bir kumar oynadılar. “Düşeş” atamayınca tüm varlıklarını kaybetme riskiyle karşılaştılar ve şimdi Amerikan devleti, onların iflasını önlemek üzere,vatandaşlarından topladığı vergileri sorgusuzca bu kurumlara bahşediyor. Beyaz Saray, bu kurumları kamulaştırmak veya onların dibe vuran hisselerini satın alarak yönetimlerine el koymak, ardından da sermaye artırımına gidip sorunu daha köklü biçimde çözmek yerine, onların borçlarına kefil olarak bir büyük kumar sürecini daha başlatıyor.
Kumar borçlarını kumarla temizlemeyi uman Amerikalılar için bunun maliyeti, Irak savaşının toplam maliyetinden bile fazla olacak ve bu kadar önemli bir konuda “referandum” falan da yapılmayacak.
Yani yine herşey, “halk iradesinin” aleyhine ve “bir avuç şirketin” çıkarına işliyor. Bizim “mağdur” başbakanımız ise, bu küresel kargaşa ortamında aklın ve sağduyunun rehberliğine başvurmak yerine, hala içeride kendi gölgesiyle dövüşüyor. Çünkü bu mücadelenin önemine inanmış, inandırılmış.