Güncelleme Tarihi:
Kitapta uzun bir Erdoğan tahlili yapan Clinton, Başbakan’ın giderek otoriterleşmesine ve Türkiye’nin istikâmetinin belirsizliğine işaret ediyor. Ayrıca geçmişte Türk Ordusu’nun gerçekleştirdiği darbelerin de Soğuk Savaş için belki iyi olduğunu ama Türkiye’nin demokratik gelişimini engellediğini savunuyor. İşte kitaptan çarpıcı bölümler.
DARBELER BELKİ SOĞUK SAVAŞ İÇİN İYİYDİ
Avrupa’daki hiçbir ilişkimiz, 70 milyondan fazla nüfusu olan, Müslüman çoğunluklu, bir ayağı Avrupa’da bir ayağı Doğu batı Asya’da olan Türkiye kadar ilgi gerektirmedi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan modern Türkiye, Batı’ya yönelen seküler bir demokrasi olma niyetindeydi. 1952’de NATO’ya katıldı ve bizimkilerle yan yana savaşmak için Kore’ye asker gönderen ve on yıllar boyu ABD kuvvetlerine ev sahipliği yapan, Soğuk Savaş döneminde güvenilir bir müttefikti. Ancak kendini Atatürk’ün vizyonunun garantörü olarak gören Türk Ordusu, fazla İslamcı, fazla solcu ya da fazla zayıf gördüğü hükümetleri devirmek için birçok kez müdahalede bulundu. Bu belki Soğuk Savaş için iyiydi, ama demokratik gelişimi geciktirdi.
İLİŞKİLERİ BUSH BOZDU
Maalesef, Bush yılları (2000-2008) ilişkilerimize büyük darbe vurdu ve 2007 itibarıyla Türkiye’de ABD’nin onaylanma oranı yüzde 9 düzeyine çöktü. Pew Araştırma Merkezi’nin dünyadaki 47 ülkede yaptığı anketin en düşüğü.
Bu arada Türkiye ekonomisi, dünyanın en hızlı büyüme oranlarından biriyle patlama yaşıyordu. Avrupa’nın geri kalanı ekonomik krizle sendelerken, Ortadoğu’nun gelişim durmuşken, Türkiye bölgesel bir güç merkezi olarak ortaya çıktı. Endonezya gibi Türkiye, demokrasi, modernite, kadın hakları, sekülerizm ve İslam’ın bir arada yaşamasını test ediyordu ve Ortadoğu’daki insanlar da izliyordu. Bu deneyin başarılı olması ve ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin daha sağlam bir temele dönüş yapması, güçlü bir şekilde ABD’nin menfaatlerineydi.
Türkiye’yi Dışişleri Bakanı olarak yaptığım ilk Avrupa seyahatinin parçası olarak ziyaret ettim. Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül ile olan üst düzey toplantılara ilave olarak, her yerde yaptığım gibi doğrudan Türk halkına ulaştım. Bu hükümetlerin bizimle çalışmak istediği ama nüfusun geniş kesimlerinin güvensizlik hissettiği ya da anti-Amerikancı olduğu ülkelerde özellikle önemli. Medya üzerinden direk halka ulaşırken (topluma ait) tavrı etkilemeye çalışıyordum, bu da hükümetlere bizimle işbirliği yapmak için daha geniş bir koruma sağlıyordu.
Popüler TV talk şovu “Haydi Gel Bizimle Ol” beni konuk olarak davet etti. Konuşma sıcak, eğlenceli ve çok çeşitliydi. Bilmek istediklerinden biri de, en son ne zaman âşık olduğum ve kendimi sıradan bir yaşam süren sıradan biri gibi hissettiğimdi. Bu bir Dışişleri Bakanı’nın her gün karşılaştığı sorulardan biri değildi ama tam da benim insanlarla bağ kurmama yardım edebilecek konulardan biriydi. Amerika ve liderlerine güvenmeyen birçok Türk için açıkçası ABD Dışişleri Bakanı’nın kendilerininkiyle benzer düşünce ve endişeler taşırken görmek güzel bir sürpriz oldu.
ANAHTARI TUTAN ERDOĞAN
Türkiye’nin geleceği ve ilişkilerimizde anahtara sahip özellikle bir kişi oldu: Başbakan Erdoğan. Onunla ilk kez 90’larda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ile tanıştım. Hırslı, güçlü, dini bütün ve etkili bir siyasetçiydi. (…) Erdoğan Hükümeti, ordunun içinde olduğu iddia edilen darbe komplolarının üzerine agresif bir şekilde gitti ve daha önceki tüm sivil haleflerininkinden daha güçlü bir iktidar kazandı.
Erdoğan’ın liderliği altındaki bazı değişimler pozitifti. Potansiyel AB adaylığı motivasyonuyla (şimdiye kadar gerçekleşmedi) Türkiye devlet güvenlik mahkemelerini kaldırdı, ceza yasasında reform yaptı, yasal temsil haklarını genişletti ve Kürtçe eğitim ve yayın üzerindeki sınırlamaları hafifletti. Erdoğan ayrıca dış politikada “komşularla sıfır sorun” politikası izleme niyeti açıkladı.
Erdoğan’ın liderliği altındaki olumlu gelişmelere rağmen hükümetinin muhaliflere ve gazetecilere yönelik davranışları yüzünden gittikçe büyüyen bir kaygı sebebi hatta bir alarm da vardı. Kamuoyunun karşıt görüşlerine gittikçe daha az alan bırakılması, Erdoğan’ın ülkeyi götürdüğü istikâmet ve demokrasiye olan taahhüdü konusunda soru işaretleri oluşturdu. Muhalifleri Erdoğan’ın nihai amacının Türkiye’yi muhalefete yer bırakmayan bir İslam ülkesine çevirmek olduğundan şüpheleniyordu ve Erdoğan’ın bazı davranışları da bu korkuya destek oluyordu. Hükümeti, ikinci ve üçüncü döneminde çok rahatsızlık verici oranlarda gazetecileri hapse attı ve bazı kararları sorgulayan protestoculara sert müdahalelerde bulundu. Yolsuzluk çok geniş bir sorun olarak kaldı.
BANA KIZLARI İÇİN TAVSİYE SORDU
Erdoğan başörtüsü takan, başarıya ulaşmış kendi kızlarından çok gurur duyuyordu ve ABD’de yüksek öğrenim görmeleri hakkında benim de tavsiyemi sormuştu. Erdoğan ile çoğu zaman yanımızda çevirmen olarak Davutoğlu’nun olduğu bir ortamda saatlerce konuştuğum oldu.
TÜRKİYE BAZEN SİNİR BOZUCU
Bakan olarak geçirdiğim dört yılda, Türkiye önemli ve zaman zaman sinir bozucu bir ortak olduğunu kanıtladı. Bazen aynı fikirde olduk (Afganistan’da birlikte yakın çalışırken, terörle mücadele, Suriye ve diğer konular) bazen de olmadık (İran’ın nükleer programı).
Hem benim hem de Başkan Obama’nın mesai ve ilgisi ilişkilerimizi istikrara kavuşturmamıza yardım etti ama özellikle İsrail ile yükselen tansiyon gibi dış olaylar, yeni zorluklar sundu. Ve Türkiye’nin iç dinamikleri de durumu bulandırmaya devam etti.
GİDEREK OTORİTERLEŞEN ERDOĞAN
Erdoğan’ın giderek sertleşen idaresine karşı 2013’de patlak veren büyük protestoları bazı üst düzey bakanları köşeye sıkıştıran geniş çaplı yolsuzluk soruşturmaları takip etti. Bu kitabı yazarken, giderek artan otoriterliğine karşı Erdoğan’ın Türkiye’nin daha muhafazakâr olan bölgelerindeki desteği güçlü biçimde devam ediyordu.
Türkiye’nin gelecekteki istikâmeti belirsiz. Ama kesin olan, Türkiye hem Ortadoğu’da hem Avrupa’da belirleyici bir rol oynamaya devam edecek. İlişkilerimiz de, ABD için hayati önem taşımayı sürdürecek.
DAVUTOĞLU: TÜRKİYE İSRAİL’E SAVAŞ İLAN EDEBİLİR
Küçük kasabamızda en sevdiğim geleneklerden biri olan Chappaqua Anma Töreni’nde yürürken Ehud Barak’tan (İsrail eski Savunma Bakanı) acil bir telefon aldım. “Sonuçtan mutlu değiliz ama bu zor seçimi yapmak zorundaydık. Bundan kaçınamazdık” dedi. Ben de “Fark edilmeyecek tepkiler olacak” diye uyardım.
Baskından (31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara Olayı) sonraki gün Dışişleri Bakanı Davutoğlu beni görmeye geldi ve iki saatten fazla konuştuk. Son derece duygusaldı ve Türkiye’nin İsrail’e savaş açabileceğiyle tehdit etti. “Psikolojik olarak bu Türkiye için 11 Eylül gibidir“ dedi ve İsrail’den özür, kurbanlar için tazminat istedi. “Nasıl önemsemiyor olabilirsiniz” diye bana sordu, “Onlardan (ölen 9 kişiden) biri Amerikan vatandaşıydı.” Önemsiyordum, hem de çok, ama ilk önceliğim onu sakinleştirmek ve bütün bu savaş ve olayın doğuracağı sonuçlara dair konuşmaları bir tarafa bırakmaktı.
Sonra Başkan Obama’ya Başbakan Erdoğan’ı da aramasını tavsiye ettim. Ardından Netanyahu’ya Türklerin kaygı ve isteklerini aktardım. Türkiye ile işleri düzeltmek istediğini söyledi ama kamuoyu önünde özür dilemeyi reddetti. Bibi’yi Türkiye’den özür dilemeye ikna etme çabalarım geri kalan dönemimde sürdü. Ağustos 2011’de bu stratejik iş için Henry Kissinger’ı bile olaya dahil ettim.