Güncelleme Tarihi:
"Ama Sven, sadece bacağından vuracak..."
Bu sözler, bankada silah zoruyla esir tutulan dört kişiden biri olan 23 yaşındaki Kristin Enmark'a aitti. 23 Ağustos 1973'te başlayan ablukanın ikinci gününe girilmişti ve soygunculardan Jan-Erik Olsson, polise niyetlerinin ciddi olduğunu göstermek için banka çalışanlarından Sven Säfström'ü bacağından vurmak istiyordu. Enmark da dehşet içindeki çalışma arkadaşını ikna etmeye çalışıyordu.
2016 yılında BBC'nin 'Witness History' programına konuşan Enmark, o günü, "Jan ona, 'Bacağında herhangi bir kemiğe zarar vermeyeceğim. Hafif yaralanacağın bir yere ateş edeceğim' demişti" sözleriyle anlattı.
Geriye dönüp baktığında bu nasırlaşmış tavrını anlamakta güçlük çektiğini belirten Enmark, "O esnada Sven'in bacağından vurulmaya izin vermemekle ödleklik ettiğini düşünüyordum. Bence bunu düşünmem ve söylemem korkunç bir şey ama bence aynı zamanda böylesi absürt durumların insana ne yapabileceğini göstermesi açısından da önemli. Böyle durumlar ahlaki kaymalara neden oluyor. Bu konuda gerçekten utanç duyuyorum" ifadelerini kullandı.
Olsson planını hayata geçirmemiş olsa da Säfström de ilerleyen dönemde kendisini rehin alanlara minnettarlık duyduğunu, zaman zaman kendi kendine "Bunlar senin arkadaşın değil, şiddet eğilimli suçlular" diye hatırlatmak zorunda kaldığını söyledi.
ABD'DEKİ OLAY SAYESİNDE DAHA DA POPÜLERLEŞTİ
Stockholm Sendromu terimi, 6 gün süren bu banka kuşatmasının ardından İsveçli kriminoloji uzmanı ve psikiyatrist Nils Bejerot tarafından, bazı tutsakların kendilerini rehin alanlara duyduğu irrasyonel yakınlığı açıklamak amacıyla üretildi.
Bir yıl sonra ABD'li gazete patronu Randolph Apperson Hearst'ün kızı Patty'nin silahlı milisler tarafından kaçırılmasıyla, söz konusu kavram daha da popülerleşti. Zira 19 yaşındaki Patty, kendisini kaçıran kişilere karşı sempati duymaya başlamış hatta bir soygunda onlara katılmıştı. Nihayetinde Patty yakalanıp hapse gönderildi. Avukatının savunması genç kadının beyninin yıkandığı ve Stockholm Sendromu'ndan muzdarip olduğu yönündeydi.
Polislerin suçlularla yaptıkları müzakerelerin nasıl olması gerektiğini belirleyen ilk kişiler, 1970'lerde New York emniyetinde görev yapan Frank Bolz ve Harvey Schlossberg isimli iki polisti. 1972 yılında Münih Olimpiyatları'nda Kara Perşembe örgütü tarafından rehin alınan 11 sporcuyu kurtarma pazarlıklarının fiyaskoyla sonuçlanması, Bolz ve Schlossberg'e ilham olmuştu.
1980 yılında BBC'nin 'Inside Story: Hostage Cops' belgeseline konu olan Bolz ve Schlossberg, New York emniyeti bünyesindeki esir müzakere timinin, benzer olayların şehirde de yaşanabileceği korkusuyla kurulduğunu anlattı. Bu uzmanlaşmış ekibin amacı Hollywood filmlerindeki silahlı müdahalelerin aksine, tansiyonu kimsenin canı yanmadan düşürmekti. Belgeselde polisler, erteleme taktiklerinin suçlulara daha fazla hata yapacak zaman verdiğini, tutsaklarla aralarında bir yakınlık kurulmasını sağladığını ve kanlı bir son ihtimalini azalttığını belirtiyordu.
BİNLERCE POLİSE EĞİTİM VERDİLER, BELGESELE KONU OLDULAR
1970'lerin sonlarına gelindiğinde, ABD'nin ve dünyanın dört bir yanından binlerce polis, New York'a gidip, 200'den fazla rehine olayını çözmeyi başaran Bolz'un tecrübelerini dinlemek için New York'a gönderilmişti. Psikoloji doktoralı eski bir trafik polisi olan Schlossberg ile Bolz'un verdiği bu dersleri BBC'nin belgeseli sayesinde tüm dünyada bilinir hale geldi.
Belgeselde Schlossberg, Hayatta Kalma Özdeşleşme Sendromu olarak da anılan Stockholm Sendromu'nun karmaşık bir kavram olmadığını belirterek, "İki ya da daha fazla kişi bir araya geldiklerinde, bir ilişki kurarlar. Bahsettiğimiz sadece bu" diyor ve ekliyordu:
"Elbette durum ne kadar stresli olursa ilişki de hem o kadar çabuk kurulur hem de o kadar yoğun olur. Bir kriz anında insanlar ne olacağını bilmediklerinde, hepimizin korktuğu şey delirmektir. Yani her zaman 'Aklımı mı kaybediyorum?' diye endişe ederiz. Gerçekten bunu yaşıyor muyum? Böyle bir durumda benim ne işim var? Bunu tecrübe ediyor muyum? Yaptığımız şey, hissettiklerimizi başka bir kişi üzerinde test etmektir. Eğer o kişi de bu tecrübeyi paylaşıyor ve aynı şeyi görüyorsa ve delirmiyorsa ve bu olanlar gerçekten oluyorsa, belki de sorun yoktur."
SUÇLU SADECE MÜZAKERECİYLE KONUŞABİLİR
Suçluların çoğu zaman müzakerecilerle tutsaklarla telefonda konuşturduğunu ancak tutsaklardan gizli bilgiler edinmeye çalışmanın bir manası olmadığını da söyleyen Schlossberg, "Tutsak sizin ona söylediğiniz her şeyi suçluya anlatacaktır. Rehineler çok kötü tanıklardır ve serbest bırakıldıklarında, size verdikleri istihbarata şüpheyle yaklaşmak gerekir" diyordu.
Öte yandan Bolz, suçluların taleplerini hemen reddetmemek gerektiğini belirterek, "Asla 'hayır' dememelisiniz ama 'evet' de dememelisiniz. Her zaman, 'Bakayım elimden ne gelecek, senin için deneyeceğim' demelisiniz" ifadelerini kullanıyordu.
Schlossberg, durumun kontrolünün poliste olmasının hayati önemde olduğunu belirtiyor, suçluya "Ya müzakerecimizle konuşursun ya da kimseyle konuşamazsın" mesajının ısrarla verilmesi gerektiğini söyleyerek, "Avukatları, anneleri, din adamlarını istemiyoruz; onların konuşmasını istemiyoruz. Suçlular konuşmak istedikleri kişiyle konuşmalarına izin verene kadar kimseyle konuşmayacaklarını hayal ederler. Ama gerçekte bir odada oturup dış dünyayla temas kurmadan ne kadar süre dayanabilirsiniz ki?" diye konuşuyordu.
Rehinelerden Elisabeth Oldgren
İSVEÇ'TEKİ POLİSLER BU TAKTİKLERİN HİÇBİRİNİ BİLMİYORDU
Ne var ki Stockholm polisi, banka soygunu esnasında bu bilgilerin hiçbirine sahip değildi. Dolayısıyla bugün yapılmayacak birçok acemi hatası yapıldı. Elinde silahlarla Sveriges Kreditbanken'a baskın düzenleyen Olsson, 3 milyon İsveç kronu, kaçarken kullanılacak bir otomobil ve hapiste olan bir arkadaşı Clark Olofsson'un serbest bırakılıp kendisine teslim edilmesi taleplerini sıralamıştı. Olsson parayı ve otomobili alamadı. Ancak psikiyatrist Nils Bejerot, İsveç'in en ünlü suçlularından biri olan Olofsson'la ilgili talebin kabul edilmesini ve adamın Norrmalmstorg Meydanı'ndaki banka şubesine getirilmesini polise tavsiye etti. Olofsson'a cezasının azaltılması karşılığında polislerle iş birliği yapma görevi verildi.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Stockholm Sendromu kavramını yaratan kişi Bejerot'tu. Aslına bakılırsa Bejerot yaşanan olguya ilk olarak Norrmalmstorg Sendromu adını vermişti. Bazılarına göre, Bejerot'un bu teoriyi geliştirmekteki asıl amacı abluka sırasında kendisinin ve polislerin yaptığı hataların fark edilmemesi için suçu kurbanlara atmaktı.
Soygun sırasında bankanın kasasına giren dört rehineyle iki suçlu arasında ilginç bir bağ kuruldu. Burada suçluların rehinelere gösterdiği nazik tavır etkili oldu. Diğer yandan rehineler polise karşı düşmanca bir tavır sergiliyor, ablukayı sonlandıracak herhangi bir girişimin, kendilerinin ölümüyle sonuçlanacağından korkuyordu.
Olofsson bankadan sedyeyle çıkarıldı
REHİNELERDEN BİRİ BAŞBAKANLA TELEFONDA KONUŞTU
Karizmatik suçlu Olofsson, Kristin Enmark'ı dönemin İsveç Başbakanı Olof Palme'yle telefonda konuşmaya ikna etmişti. Enmark telefonda Başbakan'a "Ne olur bir otomobil gönderin ve bizim onlarla birlikte bankadan ayrılmamıza izin verin" diye yalvarıp, "Bence siz bizim hayatlarımızla dama oynuyorsunuz. Ben Clark'a ve soyguncuya tüm kalbimle güveniyorum. Çaresiz değilim. Bize bir şey yapmadılar. Bilakis çok nazik davrandılar. Ama ben neden korkuyorum biliyor musun Olof? Polisin saldırmasından ve ölümümüze neden olmasından" ifadelerini kullanmıştı.
Enmark 2016'da BBC'ye yaptığı açıklamada, "Keşke o telefon konuşması hiç yapılmamış olsaydı çünkü manasız bir konuşmaydı. Orada oturmuş hayatım için yalvarıyordum. Karşımdaki kişi başbakandı. Ne diyebilirdi ki?" yorumunu yaptı.
Rehineler, günler boyunca bankanın kasasında tutulurken bankanın etrafı silahlı polislerle çevrili haldeydi. Nihayetinde polis bankanın tavanından içeri girip suçluları göz yaşartıcı gazla etkisiz hale getirmeye karar verdi. Polis önce rehinelere seslenip dışarı çıkmalarını söyledi ancak olumsuz bir yanıt aldı. Rehineler kendileri dışarı çıkınca suçluların vurulacağına inanıyordu. Onun yerine suçlular dışarı çıkarken kapının eşiğinde durup iki kadın rehineye sarıldı, birkaç gün önce bacağından vurulmaktan kıl payı kurtulan Säfström'ün de elini sıktı. Günlerdir bankadaki olayları takip eden İsveç kamuoyu, bu davranışlar karşısında şaşkına döndü.
BEJEROT REHİNELERLE KONUŞMADAN TEŞHİS KOYDU
Bejerot, rehinelere Stockholm Sendromu teşhisini koyduğunda, Enmark'la konuşmamıştı bile. Ancak psikiyatristin teorisi akla yatkın görünüyordu ve kısa süre içinde uluslararası medyada kabul gördü.
1980 yılına gelindiğinde, New Yorklu polisler Bolz ve Schlossberg, bu kavramı travmatik bir durumda ortaya çıkan kişiler arası dinamikleri tarif etmek için faydalı bir eğitim aracı olarak kullanmaya başlamıştı.
Ancak ilerleyen dönemde Enmark'la derinlemesine görüşmeler yapan Kanadalı terapist Dr. Allan Wade'e göre, bu teşhis genç kadının tecrübesini hiçbir şekilde yansıtmıyordu. 2023'te BBC Reel'a konuşan Wade, "Stockholm Sendromu, Avrupa'daki psikoanalitik düşüncede derin köklere sahip. Ancak o noktada 6,5 gün boyunca şiddete direnip hem kendini hem de diğerlerini koruyan öfkeli bir kadını susturmak ve gözden düşürmek için kullanılmıştı. Polisin verdiği tepkiyi korumak için kullanılmıştı" dedi.
Enmark, 2016'da verdiği röportajda, Olofsson'la arkadaşlığının ilerleyen dönemde de sürdüğünü söyledi. Wade de abluka sırasında Olofsson'un bir bakıma insanlara kendilerini güvende hissettirmenin yolunu aradığını belirterek, "Clark Olofsson'a sadece suçlulardan biri gibi davranırsanız Kristin'in ve diğerlerinin onu neden bir nebze olsun olumlu hatırladığını anlamakta zorlanırsınız" ifadelerini kullandı.
Öte yandan Enmark, 2021'de BBC'nin Sideways podcast'ine yaptığı açıklamalarda Stockholm Sendromu'nu "saçmalık" diye nitelendirdi ve "Kurbanı suçlamanın bir yolu. Hayatta kalmak için elimden geleni yaptım" diye konuştu.
BBC'nin "'The one thing we're all afraid of is going insane' – Stockholm Syndrome and the art of hostage negotiation" başlıklı haberinden derlenmiştir.