Fransa, 1918’de beterini yapmıştı

Güncelleme Tarihi:

Fransa, 1918’de beterini yapmıştı
Oluşturulma Tarihi: Ocak 28, 2001 00:00


Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Biz, Fransa'dan bundan 82 yıl önce de gene Ermeniler yüzünden çok daha büyük bir hakaret yemiştik ve Fransız Meclisi'nin geçen hafta aldığı karar o hakaretin yanında hemen hiç kalırdı. Ama Fransa'ya o zaman bayrak yakmak yahut Fransızca eğitimi durdurmak gibisinden garip tepkiler göstermemiştik ve Türkiye tek bir makaleyle ayağa kalkmıştı: Süleyman Nazif'in basın tarihine geçen ‘‘Kara Bir Gün’’ başlıklı makalesi...

Günlerdir, Fransız Meclisi'nin aldığı kararı protestoyla meşgulüz. Gösterdiğimiz tepkilerin bazen haklılık sınırını aştığı ve meydanlarda Fransız bayrağının yakılması yahut okullarda Fransızca öğretiminin yasaklanması gibisinden saçma sapan yollara döküldüğü de oluyor.

Ama geçmişte yaşadığımız bir başka acı tecrübeyi unutuyoruz: Bundan 82 sene önce Fransa'dan çok daha büyük bir hakaret yediğimizi, Fransız Meclisi'nin geçen hafta aldığı kararın o hakaretin yanında hemen hiç kaldığını ama Fransa'ya bayrak yakmak gibisinden değil, tarihe geçmiş şekilde cevap verdiğimizi...

MEGALOMAN BİR GENERAL

İşte, ‘‘dost’’ Fransa'nın bize bundan önceki ‘‘dostça’’ muamelesinin öyküsü:

Birinci Dünya Savaşı'nı kaybetmiş, Mondoros'ta mütareke imzalayıp teslim olmuştuk. İstanbul henüz resmen olmasa da artık müttefik güçlerin işgali altındaydı. İngiliz, Fransız ve İtalyan birlikleri ve sömürgelerden getirilmiş renk renk askerler şehrin dört bir tarafını tutmuşlardı.

Ermeniler'in yaygaraları, o günlerde de gündemin ilk sırasındaydı. ‘‘Tehcirde görev aldıkları’’ iddia edilen eski idareciler işgal kumandanlarının talimatıyla tutuklanıyor, bu iş için özel mahkemeler kuruluyor ve Ermeni iddiaları bitmek tükenmek bilmiyordu.

İşgalciler arasında bir üstünlük ve şehre hakim olma yarışı vardı. Meselá Londra, İstanbul'daki İngiliz kumandanı General Wilson'a henüz şehre gelmemiş olan Fransız Doğu Orduları Başkumandanı General Franchet d'Esperey'i tanımaması için talimat göndermişti.

Franchet d'Esperey, 1918'in 23 Kasım sabahı bir savaş gemisiyle İstanbul'a ulaştı. Tam adı Louis Felix Marie François Franchet d'Esperey idi ve Marne cephesinde kumanda ettiği 5. Ordu'nun Alman birliklerini püskürtmesinden sonra Fransa'da milli kahraman olmuş ve ‘‘Doğu Orduları Kumandanlığı’’na getirilmişti.

Fransız general, karaya Dolmabahçe rıhtımından ve Ermenilerle Rumlar'ın sevgi gösterileri arasında çıktı. Beyoğlu'nun girişinde bulunan ve şimdi Fransız konsolosluğu olan o zamanın Fransız büyükelçiliğine gitti ama karşılamadan memnun olmamış, azınlıkların tezahüratını şánına láyık görmemişti. Birkaç gün sonra, yeniden gelmek üzere şehirden ayrıldı.

BÖYLE HAKARET GÖRMEDİK

Franched d'Esperey, şehre 1919'un 8 Kasım'ında döndü ve Fransa'dan gördüğümüz hakaretlerin en büyüğünü işte o gün yaşadık.

General karaya bu defa Sirkeci'den çıktı, 21 páre top atışıyla karşılandı ve gazetecilere ‘‘Dolmabahçe Sarayı'nda kalacağını’’ söyledi. Sarayda o sırada devrin hükümdarı Sultan Vahideddin yaşıyordu. Franched d'Esperey şehri ‘‘fethetmiş’’ havasındaydı, Fatih Sultan Mehmed'i taklid edercesine beyaz bir ata bindi, ‘‘Dolmabahçe'ye yerleşmesine kadar’’ ikámetgáh ve karargáh olarak kullanacağı Fransız Büyükelçiliği'ne at üzerinde gitti. Ermeniler, bu defa generalin ‘‘şánına láyık’’ bir hazırlık yapmışlardı. Sirkeci'den Tünel'e, oradan da Taksim'e kadar uzanan güzergáha binlerce Ermeni yığılmıştı, generalin geçeceği yollar konfetilerle süslenmişti ve hemen her köşede bir bando çalıyordu. İstanbul'daki azınlıklar, ‘‘kurtarıcılarını’’ şık bir şekilde karşılayıp onu memnun edebilmek için ellerinden geleni yapmadaydılar!..

TEK BİR YAZI KÁFİ GELDİ

İşgal, işgalden sonra yaşanan beyaz at hadisesi ve Ermeniler'in şımarıklıkları İstanbul'un Müslüman halkında moral bırakmamıştı. Şehir, 8 Şubat gününü bir matem havası içinde geçirdi.

Şehre çöken hüzünlü hava, aradan 24 saat bile geçmeden dağıldı ve bunu ‘‘Hadisat’’ gazetesinde sansür engelini gizlice aşabilerek yayınlanan bir makale sağladı: Asıl vazifesi idarecilik olan, valiliklerde bulunan ama yazılarıyla ve şiirleriyle o günlerde herkesin tanıdığı bir edebiyatçı-gazetecinin, Süleyman Nazif'in kaleme aldığı ‘‘Kara Bir Gün’’ başlıklı makale... Süleyman Nazif, Ermenilerin bir gün önce yaptıkları taşkınlıkların Türkler'in kalbinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtığını söylüyor, ‘‘Almanlar 1871'de Paris'i işgal ettikleri zaman Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişlerdi’’ diyor, ‘‘Biz buna müstehak değildik diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felákete düşmezdik. ...Kader defterimizde böyle bir kederli satır da gizli imiş’’ diye yazıyor ama ümidlerin kaybolmamasını istiyordu.

General Franchet d'Esperey, makalenin tercümesi önüne konduğunda çılgına dönmüştü. Yazının onu en fazla sinirlendiren tarafı 1871'deki Alman işgalinin hatırlatılmasıydı, zira Marne cephesinde kazandığı zaferle eski yenilginin intikamını aldığına inanıyordu. Kurmaylarına ‘‘Bu adamı derhal bulun’’ dedi. ‘‘Bulun ve derhal yokedin!’’.

Süleyman Nazif, izini kaybettirebilmek için haftalar boyu gizlendi. Sönmek üzere olan milli heyecanı tek bir makaleyle canlandırmıştı ama hayatını kaybetme tehdidiyle karşı karşıyaydı. Bir müddet sonra Fransızlar'ın değil ama İngilizler'in eline geçti ve bir gemiye konup apar topar Malta'ya sürgüne yollandı. Orada ‘‘Kimsesiz, sıtmalı, hicranlı, tükenmez geceler / Ne kadar gözyaşı döktüm, bunu yıldızlara sor’’ diye mısralar söyleyecek, eski şiirimizin en meşhur örneklerinden biri olan ‘‘Daussıla’’ yani ‘‘vatan hasretini’’ yazarak ‘‘Malta Geceleri’’ adını vereceği kitabına koyacaktı.

Süleyman Nazif’in cesur isyanı: Kara Bir Gün

Süleyman Nazif'in ‘‘Kara Bir Gün’’ü yayınladığı sırada, İstanbul basını işgalcilerin sansürü altındaydı. ‘‘Hadisat’’ gazetesi ne yapıp etti ve yazıyı sansürün gözünde kaçırarak gizlice basmayı başardı. ‘‘Kara Bir Gün’’, sonradan hem basın hem de İstiklál Savaşı tarihimizin en meşhur makalelerinden biri olacaktı.

İşte, ‘‘Hadisat’’ gazetesinde 9 Şubat 1919 günü yayınlanan makalenin günümüz Türkçesiyle tam metni:

‘‘Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk'ün ve İslam'ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terkedeceğiz. Almanya orduları 1871 senesinde Paris'e

girdikleri sırada, Büyük Napolyon'un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan zafer tákının altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti.

Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azábı duymamıştı. Çünki ‘‘Fransız’’ námını taşıyan her kişi, çünki yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o millî matem karşısında aynı keder ve utanç ile ağlamış ve kızarmışlardı.

Biz ise millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim álîcenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın hay-huy şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘‘Buna müstehak değildik’’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felákete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva' Şarlken'in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da gizli imiş. Araplar’ın güzel bir sözü var: ‘Isbır feinne’d-dehre lá yesbır’ (Sen sabret, çünki zaman sabretmez) derler’.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!