Güncelleme Tarihi:
Aynı zamanda bir siyaset bilimci ve sosyolog olan Doç. Dr. Aydın, Project Syndicate için kaleme aldığı " Turkey’s Failed Bureaucratic Coup" (Türkiye'nin Başarısız Bürokratik Darbesi) başlıklı makalesinde şu ifadeleri kullandı:
Aralık ayından beri Türkiye’yi allak bullak eden yolsuzluk operasyonuna hükümetin cevabını güçlendiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçen hafta yargı ve emniyetteki liderlik yapısını yeniden inşa etti. Ancak bunu yürütme ve yargı arasındaki bir kavga gibi görmek ya da üç bakanı istifaya götüren suçlamaları örtbas etmek için yapıldığını düşünmek bir hata olur. Asıl konu emniyet yetkililerinin bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla ilgili. Nitekim uydurma kanıtlarla yapılan suçlamaların üzerine Erdoğan, hükümeti devirme planları yaptıkları için hüküm giyen üst düzey askeri yetkililerin yeniden yargılanmasına karşı olmadığını söylüyor.
Yaşanan son gelişmeler Erdoğan hükümeti ile Gülen hareketi arasındaki büyüyen çatlağın bir yansıması. Gülen hareketi AK Parti’nin en önemli destekçisi konumundaydı ve AK Parti’nin ilk iki döneminde ordu üzerinde sivil kontrolü kurmasını sağlamada çaba sarf etti. Şimdi ise hareketin kendi darbesini planladığı anlaşılmaktadır.
Hükümet yetkilileri, işadamları ve politikacıların aile üyelerinin dahil olduğu yolsuzluk soruşturmasını yürüten yargı ve polis teşkilatının pek çok üyesi Gülen hareketiyle bağlantılı. Bir rüşvet iddialarıyla başlayan bu soruşturma kısa sürede muhalefet destekli bir karalama kampanyasına dönüştü.
Türkiye’nin bu dönemde yaşadıkları, çoğulcu bir demokraside, bürokratlar ve seçilmiş yetkililer arasındaki ilişki hakkında önemli sorular ortaya çıkarmaktadır. Bu soruları cevaplamak güçler ve yargı bağımsızlığının ayrılması ve siyaset ile din arasındaki ilişkiyi açığa kavuşturmak gibi tartışmaları gerektirir. Bunun için mevcut krizi tarihsel bağlamda anlamak büyük önem taşıyor.
YAPILANMA BAŞLADI
Türkiye 1950'de demokrasiye geçince; bir önceki sistemin seküler Kemalist elitleri, ordu ve bürokrasinin gücünden yararlanarak seçilmiş hükümeti kontrol etmeye çalıştı. Yargının da desteğini alan Türk ordusu; sivil hükümetin işleyişine 1960, 1971, 1980 ve 1997'de; hepsinde de sekülarizmi korumak adına açıkça müdahale etti.
Buna cevaben, Gülen Hareketi dahil birçok dini grup, destekçilerini bürokrasi ve orduda görev almaya teşvik etti. 1990'lı yıllarda ise asker destekli seküler hükümetler, dindar bürokrat ve komutanları tasfiye etmeye kalkışarak buna karşılık verdi. Alkol tüketmeyen ya da aile mensupları türban takanlar doğrudan şüpheliydi.
AKP'nin 2002'deki zaferinin ardından Türk demokrasinin normale dönmesiyle birlikte, dindar vatandaşların işe alınıp terfi ettirilmesindeki ve bürokrasinin üst kademelerine getirilmesindeki kısıtlamalar ortadan kaldırıldı. Bu süreçten özellikle de geniş eğitim, iş ve medya ağlarına sahip Gülen Hareketi faydalandı.
MÜTTEFİK GİBİ GÖRÜNDÜLER
Liberal demokrasinin yanı sıra İslam'ın hoşgörülü ve modern modelini desteklediklerini iddia eden Gülen Hareketi'nin üyeleri, Erdoğan hükümetinin de doğal müttefikleri gibi göründü.
On yıl boyunca Gülen bağlantılı şirketlerin, Türkiye'nin ekonomik büyüme ve gelişiminde oynadığı rol yaygın biçimde kabul edilip takdir topladı. Bu süre zarfında Gülen Hareketi okulları da kamu sektöründe çalışacak öğrenciler eğitti.
UZUN SÜRE SORUN TEŞKİL ETMEDİ
Bürokratlar liyakate göre alınıp terfi ettirildiği sürece; Gülen destekçilerinin hükümetin belli kollarındaki aşırı temsili, AKP için sorun teşkil etmedi.
Bu kabullenme de Gülen Hareketi üyelerinin, çoğulcu bir demokrasinin temel şartlarına bağlı kalacağı inancına dayanıyordu. Tıpkı Türkiye'de Müslümanların, ABD'de Mormonların ya da Japonya'da Budist bürokratların; dini inançlarının, kamu hizmetine ve hukukun üstünlüğüne bağlılıklarını gölgede bırakmasına izin vermeyecekleri gibi.
Hükümetin tahayyül edemediği şey ise sivil hükümet üzerinde yeni bir bürokratik vesayet görüşünün ortaya çıkması oldu.
DERSHANE TARTIŞMASI
Gülen destekçileri, hükümetin birçok politikasını benimsememelerine rağmen, son üç seçimde AKP'ye büyük ölçüde destek verdiler. Partiyi tamamen reddetme noktasına ise lise öğrencilerini üniversite giriş sınavlarına hazırlayan pahalı özel eğitim kurumları niteliğindeki dershanelerin yeniden yapılandırılması konusundaki politika tartışması ile geldiler. Bu okulların en az dörtte biri Gülen Hareketi'ne ait. Gülen Hareketi'nin milyarca dolarlık eğitim ağının en önemli unsurların biri olan bu okullar aynı zamanda harekete yeni üye alımında da yardımcı oluyor. Hareketin üyeleri bu yüzden dershaneler konusundaki tartışmayı, kendilerine karşı doğrudan bir tehdit olarak gördü.
Ama tepkileri aşırıydı. Çünkü hükümetin bu konudaki planları henüz tamamlanmamıştı. Dahası yasa teklifinin Gülen Hareketi'yle bir ilgisi yoktu. Hükümet, çocuklarını parasız devlet üniversitelerine sokabilmek için fahiş ücretler ödemek zorunda kalan vatandaşların şikayetlerine kulak veriyordu. Ayrıca Gülen
Hareketi tam olarak da hazırlıksız yakalanmıyordu. Dershane temsilcileri bir süredir Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileriyle diyalog halindeydi.
Her demokraside olduğu gibi, Türk hükümetinin politikalarının da kamu eleştirisine maruz kalması normal ve sağlık bir durum. Ama yargı ve polis içindeki Gülen yanlılarının şantaj, tehdit ve hükümetle yasa dışı pazarlık girişimleri kabul edilemez.
SİYASİ CİHAT
Türkiye'nin sözde "kamu görevlileri"nin yolsuzluk yapıp yapmadığı konusundaki gerçeğe ulaşmak artık mahkemelerin işi. Ama tüm işaretler Gülen destekçilerince koordine edilmiş siyasi bir cihada işaret ediyor. Söz konusu destekçiler arasında son yolsuzluk davalarında görevli başsavcılar ve yetkisiz yapılan telefon dinlemeleri gibi birçok usulsüzlük ortaya çıkmasına rağmen azimle savcıların tarafsızlığını savunan Gülen yanlısı medya da var. Dahası yargı içinde eşgüdümlü hareket eden bir grubun delil yerleştirdiğinden de şüpheleniliyor. Ki bu iddialar askeri personelin tekrar yargılanması için yapılan çağrıları da beraberinde getirdi.
Tabii ki bu geçmişte ordu mensuplarınca hiçbir zaman darbe girişiminde bulunulmadığı ya da politikacı ve bürokratların yolsuzluk yapmadığı anlamına gelmez. Mesele şu ki; Türkiye'nin, organize olmuş kliklerin anayasal yetkilerini kendi dar hedeflerini yerine getirmek için kullanma ihtimalini ortadan kaldıracak yargı reformlarına ihtiyacı var.
Bu çoğulcu bir demokrasi için bir kırmızı çizgidir. Vatandaşlar kendi inançları doğrultusunda yaşamaya özgürdürler ama hesabı verilmeyen teolojik bir vizyonun, bir kamu çalışanı ya da bürokrat olarak davranışlarını şekillendirmesine izin vermemelidirler.
FIRSAT OLARAK GÖRÜLMELİ
Daha genel olarak; Gülen Hareketi konusundaki tartışmanın, dinle siyaset arasındaki ilişkiyi netleştirme konusunda bir fırsat olarak görülmelidir. Türk halkına ve bölgedeki, nüfusunun çoğunluğu Müslüman ülkelere de Türkiye'nin gelişmesini ve büyümesini sağlayan ana demokratik değerleri hatırlatmalıdır.