Oluşturulma Tarihi: Ocak 16, 2016 12:38
Mehmet İlhami Sezen... 1934 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş.İlk ve ortaokulu İstanbul’da bitirmiş.Tıpkı bir film senaryosuna benzeyen hayat öyküsü var Mehmet İlhami Sezen’in.
Hayat yolculuğuna Fenerbahçe spor kulübü altyapısında futbol oynayarak başlamış.16 yaşındayken oynadığı bir maçta sakatlanmış ve yanlış tedavi sonucu duyma yetisini kaybetmiş.Ama o ümidini hiç kaybetmemiş.
1955-1961 yılları arasında İstanbul’da moda tasarımcısı olarak çalışmış.
Ancak yurtdışında tedavi olmayı kafasına koymuşİsviçre’ye gidip tedavi olmak istemiş.Fakat 1961 yılında Münih’e indikten sonra İsviçre sevdasından vazgeçip orada kalmış.“Burada da tedavi olabilirim” demiş kendi kendine.
Tabii geçimini sağlamak için bir kablo fabrikasında çalışmaya başlamış.Zamanla Goethe Enstitüsü’nde Almanca öğrenmiş.
1965 yılı itibariyle bölgede çeşitli inşat firmalarında yardımcı işçi, şoför ve tercüman olarak çalışmış.Ancak Münih’te 1968 yılında patlayan ekonomik krizin ardından kendisini Berlin’e atmış.
O günleri şöyle anlatıyor Mehmet İlhami Sezen:
“Münih’te yeni işyeri bulmamız zordu. Onunu için biz başka kentlere göç etmek zorunda kaldık. Arkadaşlarımızdan bir kısmı Dortmund, Düsseldorf, Essen, Köln gibi kentlere göç etmeye karar vermişlerdi. Ben de Berlin kentini daha cazip bularak bu kente gitmeye karar verdim. Berlin zengin bir endüstri kentiydi. Berlin’e gelenlere teşvik primleri de veriliyordu. Ama Berlin stratejik bir bölge idi. Kent Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmış, kentin her tarafı da müttefik devletleri tarafından kuşatılmıştı.Berlin kentine benden önce gelen bir arkadaşımın yardımı ile bir ‘heim’a (işçilerin kaldığı yurt) yerleştim. Bu ‘heim’ savaştan önce kentin merkezi olan Potsdamer Platz yakınlarında altı katlı bir binaydı. Arkadaşım bana orada sekiz kişilik bir odada bir yatak ayırtmıştı. Çift katlı karyolalarda sekiz kişi 20 metrekare bir odayı paylaşıyorduk. Bizim katta 10-15 oda vardı. Bir de ortak kullanacağımız mutfak. Kirası ise kişi başına 55 DM idi. ‘heim’ı işleten açıkgöz, böylece bizden 20 metrekarelik bir oda için 440 DM alıyordu. Kaldığım ‘heim’ın birkaç yüz metre ötesinde
Avrupa’nın en büyük, her dakika hareket eden trenleri ile ünlü Anhalter Bahnhof (tren istasyonu) bulunuyordu. Bu bölgedeki Stressemann Str., Koch Str., Wilhelm Str. Tam bir harabe halindeydi. Hemen hemen o bölgede sağlam bir bina pek bulunmuyordu. Kaldığım ‘heim’ Doğu ile Batı Berlin’i ayıran duvarın dibindeydi. Bu duvar kenti ikiye bölmüştü. O zamanlar Kottbusser Tor’da doğru dürüst yabancı görülmüyordu.”
YİNE İNŞAATBerlin’deki arkadaşı inşaat ustasıymış. Onun yardımıyla Hochtiefbau isimli inşaat şirketinde hemen işe başlamış:
“Onunla beraber çalıştığı firmaya gittik. Firması günümüzdeki Buckow semtinde, yüksek inşaatlar yapmaya yeni başlamıştı. Buckow ve Marienfelde’ye kadar uzanan bölge adeta uçsuz bucaksız bir tarlaya benziyordu. Orada yeni kent kurmaya başlamışlar, binalar da 18-20 katlı oluyordu. Şimdiki Gropiusstadt ve Johannisthaler Chaussee semti. Ben birkaç ay bu firmada yardımcı kalifiye işçi olarak çalıştım. Daha önce Münih’te sekiz sene süre ile inşaat firmalarında yardımcı işçi, şoför ve tercüman olarak çalıştığımdan firma beni kalifiye işçi olarak almıştı. Heim’dan tanıdığım oda arkadaşlarımdan birisinin de mesleği duvar ustalığı idi ve uzun müddet Ankara’da müteahhitlik yapmıştı. Fakat artık böyle işlerde çalışmayı arzu etmiyordu. Bir gün bir mobilya fabrikasında iş bulduğunu anlattı. Bu fabrika yeni kurulduğundan hemen işçi alıyormuş. Biz ertesi gün vakit kaybetmeden fabrikaya gittik. Fabrika çok büyüktü. 26ı kapısı vardı. Her kapıdan mobilya ihraç ediyorlardı; öyle ki, Avustralya’ya, Amerika’ya, Avrupa’nın her köşesine kamyonlar mobilya taşıyorlardı. Avrupa’nın en büyük mobilya fabrikası olduğunu söylüyorlardı. Adı da Möbel aus Berlin (Berlin’den Mobilyalar) idi.Bu fabrikada işe başladığım zaman çalışanların yüzde 90’ının Türk işçileri ve diğer yabancı işçiler olduğunu gördüm. Gün geçtikçe çalışma koşulları zorlaştı. Korkunç akord çalışmaları başlamıştı. Mobilya dolapları, kanepeler, koltuklar olsun her işi akorda bağlamışlardı. Ben bu firmada hem çalışıyor, hem de tercümanlık yapıyordum.”
VERGİ UZMANIMobilya fabrikasında çalışırken bir yandan da vergi hukuku dersleri almış Mehmet İlhami Sezen:
“Bir pazar Berlin’deki Alman gazetelerden birinde abendschule’de (akşam okulu) steuerrecht (vergi hukuku) derslerinin olduğunu öğrendim. İlk fırsatta oraya gidip Münih’te geldiğimi, orada Goethe Enstitüsü’nde Almanca öğrendiğimi ve bu derslere girmek istediğimi söyledim. Ama işitme engelli olduğumu söylemeyi de ihmal etmedim. Bunun bir sorun olmayacağını ve derslere katılabileceğimi söylediklerinde çok sevindim. Derse girdiğim zaman sınıf tıklım, tıklımdı. Benden başka yabancı yoktu. 1971 de bir yıllık vergi uzmanı eğitiminden sonra, Berlin’de ‘Türklere ait ilk vergi bürosu’nu Gneisenaustrasse’de açtım. Işıklı, Türk bayraklı bir tabela yaptırdım. Açtığım büro kısa zamanda yabancı ulustan insanların vergi bürosu haline geldi. Türkler, Yunanlılar, Yugoslavlar hatta Almanlar geliyordu.”12 yılı aşkın süre bu alanda çalışmış. 1983 yılında yapılan bir yasa değişikliği yüzünden insanlar vergi iadesi alma imkanını kaybedince, büroyu kapatıp kendisini kitap yazmaya ve resim yapmaya vermiş.1984 yılında Berlin Senatosu’nun ağır engelliler bölümünde sözleşmeli personel olarak çalışmaya başlamış. “Birkaç ay sonra Berlin Senatosu’nun arşiv bölümünde savaş esirleri, mülteciler, savaş kaçaklarının dosyaları üzerine çalıştım. Dosyaları tasdikledikten, sicilledikten sonra mikro filmlere aldık. Bu bana verdikleri yeni görev, hayatımın en büyük işiydi. Bana vermelerinden ötürü kendimle gurur duydum. Bu hiç aklıma gelemeyecek
rüya gibi bir görevdi” diyor Mehmet İlhami Sezen.Sonraları kendini tamamen resme vermiş.
“1987’den itibaren Berlin Halk Yüksek Okulu’nda (VHS) resmin her dalında, A dan Z ye kadar durmadan, gece gündüz resme çalışıyor ve 1990 yılından beri, bireysel olsun, karma olsun yılda iki kez sergi açıyor veya katılıyordum. Sergilerimin en ünlüsü, en değerlisi; Almanların iftiharları olan resim sanatçısı Lucas Cranach’ın ölüm yıl dönümüne istinaden 1992 yılında tertipledikleri, dünya çapında katılmak isteyen 3000 sanatçıdan sadece 80’inin iştirak ettiği sergi. Benim de onların arasına girip sergiye katılmam büyük bir başarı ve çok gurur vericiydi.”Ankunft in der neuen Heimat (Yeni vatana geliş) başlıklı kitabında yaşam öyküsünü uzun uzun anlatan Mehmet İlhami Sezen, 1992 yılında Lucas Cranach Ödülü almış. 1994 yılında da Frankenthaler Presse Ödülü’nü.
Bir gece Berlin’deki evinde otururken girişteki odanın birinde ışık görmüş. Oraya yöneldiğinde bir kadın ile 30-35 yaşlarında bir erkeğin tabloları çaldığını görünce bir yandan “Hilfe, hilfe” (Yardım edin), diğer yandan da “Bitte nicht” (Lütfen yapmayın) diye bağırmaya başlamış. O sırada sağ dizini önündeki masaya çarpıp yere düşmüş ve yerinden kalkamamış. Çünkü kalçası çıkmış. Sonradan komşuların yardımıyla hastaneye kaldırılmış. Uzun süre tedavi görmüş.
Evet, ‘engel tanımayan engelli’ Mehmet İlhami Sezen, şimdi Berlin’in Neukölln ilçesinde bir bakımevinde kalıyor.Bir gün yeniden kendi evine yerleşip, başka resimler, başka tablolar yapmayı planlıyor.Hatta başından geçenleri, çektiği acıları ve bu yaşamdan beklentilerini yeni bir kitapta toplamayı da...