Güncelleme Tarihi:
Birkaç gün içinde “eksen kayması” tartışmasıyla ilgili iki ilginç TV programı izledim.
NTV’deki programda, yazar Mine Kırıkkanat, Türkiye’nin yeni dış politikasının doğrudan ABD tarafından oluşturulduğunu, fakat kendisinin ilginç bir biçimde, eski Osmanlı ülkelerinde Ankara’nın nüfuzunu artıran bu politikayı onayladığını söyledi.
Yazar Hakan Albayrak da bu yeni politikayı beğendiğini, fakat bunun ABD destekli olmadığını savundu. Albayrak’a göre Türkiye’nin ekseni kaymıyor, aksine geçmişte kaymış olan eksen şimdi dengeleniyor.
İkinci tartışma programı Habertürk’teydi. TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı ve AKP Eskişehir Milletvekili Murat Mercan, gazeteci Can Ataklı’nın ısrarlı ve mantıklı sorularına rağmen siyasetçi kurnazlığıyla konuyu geçiştirdi. Örneğin, “dış politikada somut sonuçların söz konusu olmadığını” öne sürdü.
Mercan’ın söyledikleri doğru olsa, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler gibi iki akademik disiplin var olmazdı herhalde; ama kimse ona bunu hatırlatmadı.
Allah’tan Dışişleri Bakanlığı koltuğunda Mercan değil, uluslararası ilişkiler kökenli biri oturuyor.
Bu sayede, AKP iktidarı sona erdiğinde “hesap verebilir” bir dış politikanın somut sonuçlarını, onu yapanlarla birlikte tartışabileceğiz.
* * *
Şimdi, en azından bugünkü durumu tespit edebiliriz.
Hatırlayalım:
ABD Başkanı Barack Obama, 20 Ocak 2009’da yemin ederek göreve başladı. Demokrat Başkan’ın vaadi, Cumhuriyetçi selefi George W. Bush’un “askeri sertlik yanlısı” tutumunu terkederek “diplomasi ve angajmana” dayanan yeni bir dış politika uygulamaya koymaktı.
Obama’nın göreve başlamasından üç ay sonra, yâni 2009 Mayıs’ında Türkiye’de de bir görev değişimi oldu. Son 20 yılın en silik Dışişleri Bakanı olan Ali Babacan, koltuğu Ahmet Davutoğlu’na devretti.
Aslında ben Davutoğlu’nun yazdığı –sanırım- her eseri okumuş biri olarak, onun temel fikirlerine olmasa da, kavramsallaştırma kabiliyetine hayran olduğumu itiraf edebilirim.
Ama şunu da eklemem şart: Davutoğlu’nun dünyayı algılaması tam da Obama’nın, bir Türk Dışişleri Bakanı’nın sahip olmasını isteyeceği cinsten.
Bu durumun başlı başına bir mesele olduğunu düşünmesem de, AKP’nin, Davutoğlu ile de devam eden, dış politik meselelere ABD merkezli yaklaşımının sorunlu olduğunu sanıyorum.
Örneğin Davutoğlu’nun, “Obama ile Türkiye’nin dış politik tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir” ifadesi...
Bu açıklama yalnızca ABD’ye hoş görünme çabasından mı ibarettir, yoksa sahiden de söylediğini kasteden bir doğası mı vardır?
* * *
Ben ilk cevabın doğru olduğunu umuyor ve Türkiye’nin ekseninin kaymadığını düşünüyorum.
Türkiye’nin dış politikası, 12 Eylül’den beri, özellikle de ANAP ve onun zihniyetinin egemen olduğu hükümetler tarafından (AKP de bunlardan biridir) ABD yanlısı bir çerçevede çizilegelmiştir.
Bu açıdan Davutoğlu’nun uygulamaya koyduğu farklı bir şey yok.
Farklı olan, yeni yeni gelişen “eksen eğikliğidir.”
Nedir bu terimin anlamı?
Herhangi bir gök cisminin dönüş ekseninin, yörüngesine göre açısına eksen eğikliği denir. Yani örneğin Dünya’nın kendi dönüş ekseni, Güneş çevresindeki yörüngesine göre 66º33’lik bir açıya sahiptir. Bu eğiklik sayesinde mevsimler oluşur.
Dünya, boşlukta dönen her cisim gibi eksenini “dik” tutmaya çalışır. Fakat bir mıknatısa yaklaşıp uzaklaşan metal bir topaç gibi yalpalar. Dünya’nın eksenini eğikleştiren ise kendisinden çok daha büyük yıldızı Güneş ve çok daha küçük uydusu Ay’ın çekim gücüdür.
Bu benzetmeyle neyi mi kastediyorum?
Türkiye’nin yeni dış politikasında farklı olan, Ankara’nın ilk kez, “süpergüç olmamasına rağmen” ABD’nin yanında saf tutmasıdır.
Geçmişte Türkiye’nin ekseni, kütlesi kendinden kat be kat büyük olan ABD’ye doğru zorunlu olarak “eğiliyordu.”
Bugünse Türkiye’nin demografi ve ekonomisinden kaynaklanan siyasi ağırlığı, bölgede ABD’den daha büyüktür (Zaten Ankara, İslam âleminde Washington’ın yapamadığını yapabildiği için değer kazanmıştır).
Buna rağmen Türkiye’nin ekseninin, ABD’ye doğru eğilmeyi sürdürdüğünü görüyoruz.
Bu durum artık Dünya ile Güneş arasındaki etkileşimi değil (Soğuk Savaş sırasında Türkiye-ABD ilişkileri böyleydi), fakat Dünya ile Ay arasındaki etkileşimi hatırlatıyor (Bugünkü Türkiye-ABD ilişkileri böyledir).
Bu nedenle Türkiye’nin bütün dış politika “açılımları” ABD’nin stratejileriyle birebir örtüşüyor. İran, Suriye ve Hamas ile yakınlaşma bu duruma bir istisna değil, tam tersine, bu gerçeğin en somut kanıtı.
Öyleyse şu sorunun yanıtlanması şart:
Ankara, neden küresel iktidarını paylaşmaya zorlanan, güçsüzleşmiş bir ABD ile bu kadar dengesiz bir işbirliği içinde?
Örneğin Brezilya gibi, ideolojik olmaktan uzak, güçlü biçimde bağımsız bir dış politika neden izlenemesin?
Bu ülke gibi, ulusal çıkarlar gerektirdiğinde ABD ile işbirliği yapıp, tam tersi şart olduğunda Washington’a karşı çıkmayı beceremez miyiz?
Brezilya’nın ABD vatandaşlarına yönelik vize politikasındaki değişimin yakın tarihini bilenler, ne demek istediğimi daha iyi anlar.
* * *
Dış politikada hedef belirlemezseniz, Murat Mercan gibi, somut sonuçların gözlenemediğini düşünürsünüz.
Mesela Türkiye’nin Suriye, Lübnan, vb. ülkelerle vize muafiyeti anlaşması imzalamasında hedef nedir?
Herhalde Türk işadamlarının (özellikle de İslamcı sermayeye dâhil olanların) bu ülkelere gidiş-gelişlerini, dolayısıyla iş yapmalarını kolaylaştırmak...
Peki “ticari” temelli bu stratejinin yan etkisi nedir?
Türkiye’nin Schengen Antlaşması’na dâhil olması önünde bir engel teşkil etmesidir. Bu antlaşma, Avrupa Birliği tam üyeliğinin sokaktaki vatandaşı ilgilendiren temel kazanımlarından biri olan “AB’de vizesiz seyahati” garanti altına almaktadır.
Yâni Türkiye bir şeyler kazanırken (Şam’a vizesiz gidebilme imkânı), bir yandan da birşeyler (Paris’e vizesiz gidebilme imkânı) kaybediyor.
* * *
Büyükelçiler başta olmak üzere Türk diplomatların Davutoğlu’nun politikasına şüpheyle yaklaştığını, kendi ağızlarından duyduğum için biliyorum.
Şüphenin nedeni işte budur:
Dört bir yana iştahla “saldırarak” dış politika yapılmaz.
Dış politika, önceliklerin doğru belirlenmesi ile başlar.
Türkiye, ABD için kendisini yararlı bir “manivela” haline getirmekten başka işe yaramayacak yeni öncelikleri yüzünden işte bu nedenle zarar görüyor.
Peki ulusal çıkarlarımız açısından daha önemli öncelikler nelerdir?
İlk etapta, ekonomize sadece kısa vâdeli yarar sağlayan “ticaret temelli” yaklaşımın terkedilerek, “üretim (ihracat) temelli” ve özellikle de bilgi teknolojilerine dayalı bir genel politika belirlenmesi gerekir.
Bu genel politikaya uygun yapılandırılacak yeni dış politikanın da en az Davutoğlu’nunki kadar “pro aktif” (hiperaktif mi demeli yoksa) olması şart. Fakat öncelikler farklı belirlenmeli:
Türkiye’nin önceliği, çok daha kısa sürede, daha somut yararların sağlanacağı Avrupa Birliği, Kafkasya ve Orta Asya’ya odaklanmak olmalıdır.
Türk halkının tarihten kaynaklanan hukuksal bir kazanımı olan AB içinde serbest dolaşım hakkı ısrarla kovalanmalı,
tam üyelik için daha çok çaba sarfedilmeli,
küstürülen Azerbaycan ve Gürcistan yeniden kazanılmalı
ve Kazakistan başta olmak üzere Orta Asya ülkeleriyle, bugün anlamsız biçimde Arap alemiyle kurulmaya çalışılana benzer siyasi ve ekonomik bir birlik kurulmalıdır.
Ben, bunun Davutoğlu yönetiminde de gerçekleştirilebileceğini düşünüyorum. Kendisi, yeniden formüle ettiği son derece başarılı Balkan politikasıyla bunun mümkün olduğunu gösterdi. Ama parti içindeki bir kanadın Suudi Arabistan ilhamlı (yâni kısaca Arap-ABD eksenli) önceliklerine teslim olarak hata ediyor.
Sonuçta, Türkiye ne ABD’ye, ne Arap âlemine, ne de Rusya’ya mahkûmdur.
Ne eksen kaymasına, ne de eksen eğikliğine ihtiyaç vardır.
Bağımsız bir politika izlenebileceğine inanan bir yönetimimiz olursa ve o yönetim önceliklerimizi yeniden, daha isabetli biçimde tanımlayabilirse, neden olmasın?