Güncelleme Tarihi:
İsrail’in kanlı Gazze operasyonu sırasında, Hamas’ı suçlamaktan kaçındım.
Çünkü orantısız güç kullanımı yüzünden kadın-çocuk yüzlerce masum insanın öldüğü günlerde, önce, Gazze’yi yerle bir eden “muktedire” çatmak gerekirdi.
Silahlar sustuğuna göre, yine aynı şeyi yapıp, “muktediri” hedef alacağım.
Ama bu kez o muktedir, kendi topraklarına çekilmiş olan İsrail ordusu değil, Gazze’de iktidarı elinde bulunduran Hamas.
* * *
Hükümetimiz Hamas’a “sempatiyle” baksa da, ben bunun anlamsız olduğunu düşünüyorum.
İki nedenim var.
Birincisi, Hamas’ın kendi halkına yönelik yaklaşımından kaynaklanan “insani neden”.
Hamas, “travmatik koşulların bir semptomu” olarak, dünyanın en baskıcı rejimlerinden birini yarattı.
Gazze’de yaklaşık iki yıl içinde kurduğu düzen, Suudi Arabistan’ı aratacak ölçüde acımasız bir şeriat rejimi.
Yukarıdakine benzer ilkel görüntüler doğuran bu şeriatın, özünde “özgürlükçü” bir din olan İslam ile uzaktan yakından ilgisi yok.
Hz. Muhammed ve sahabelerin, en ağır zulümle karşılaşmalarına rağmen, karar almada “danışma” yolunu terketmediklerini hatırlayalım.
Sonra da, sözde “demokratik” bir zafer kazandıktan sonra muhalefeti ezen (işi, El Fetih gibi muhalif grup üyelerinin bıyıklarını zorla kesmeye kadar vardıran) fanatik Hamas’a bakalım.
Hem, düşman ne kadar acımasız olursa olsun, bir bombardıman sırasında en azından çocukları koruyabilecekken, onları hiç çekinmeden kalkan olarak kullanabilen bir örgüt ne kadar Müslüman olabilir ki?
* * *
İkinci neden ise “uluslararası siyasetle” ilgili.
Bu noktada temel soru şu: Hamas’ın güç kazanması (dolayısıyla El Fetih’in zayıflaması, Filistin’in bölünmesi ve Ortadoğu barışının bir başka bahara kalması), milli çıkarlarımıza uygun mudur?
İran ve Suriye’nin bir uzantısı olan bu örgütün güçlenmesi, Türkiye’ye ne kazandırır?
AKP liderlerinin “din kardeşliği” duygusallığına dayanan “tutumları”, Hamas’a yönelik diplomatik çabalar sırasında, Ahmet Davutoğlu’nun kuramsallaştırdığı fikri temeller üzerinden “politika” haline getiriliyor.
Bu açıdan Davutoğlu, hiç şüphesiz, Türk diplomasisinin son yıllardaki en nüfuzlu ve saygın ismi. Ulusal dış politikamıza, “stratejik derinlik” kattığı da bir gerçek. Üstelik argümanlarının birçoğu, örneğin uluslararası sistemin artık bir “ağ yapısına” sahip olduğu ve “Türkiye’nin köprü değil, bir göbek noktası haline geldiği” varsayımları (bkz. http://tinyurl.com/c5s97r), tarih tarafından da doğrulanacak gibi.
Fakat Davutoğlu'nun formülasyonundaki temel bir hata, tek bir halkanın parçalanmasına ve fikir zincirinin tamamen kopmasına yol açıyor.
Davutoğlu, geçen cuma gecesi TRT’de katıldığı programda, Türkiye'nin son altı yılda farklı dış politika alanlarında nasıl “bütünsel bir resim” oluşturduğunu anlatırken, “Mesela 2004 yılının ilk yarısında Kıbrıs ile, ikinci yarısında AB ile meşguldük” dedi. Ona göre, 2008'in son yarısında Ortadoğu'ya angajeydik ve tüm bu alanlarda, eskisi gibi “Biz Batı bloğuna aidiz” diye düşünmeden, bağımsız kararlar verebildik. Zaten yeni çağda "sürekli sahada olmak" gerekiyor.
Ama Davutoğlu’nun iki yanlışı var.
Birincisi, “diplomatik hiperaktivite” ile etkili dış politikalar üretmeyi karıştırıyor. “Her ay Brüksel’e gidip gelmeyi” AB sürecinde önemli bir faaliyet göstergesi sayıyor. Oysa siz hiç Brüksel’e gitmeyip Ankara’da kalarak gerekli uyum yasalarını çıkarsanız, AB ile bütünleşme yolunda çok daha etkili işler yapabilirdiniz.
İkincisi, Davutoğlu, bir alanda takındığımız tavrın, diğer alanda bizi ciddi biçimde bağlayabileceğini unutuyor. Örneğin Hamas’ı zımnen destekleyerek (tüm dünyanın Hamas’ı izole ettiği bir ortamda onun diplomatik elçiliğini yaparak), ABD’yi ve İsrail’i yabancılaştırıyoruz. Bunun olumsuz etkisini, mesela Ermeni soykırımı iddiaları konusunda görebiliriz.
* * *
2007 haziranına kadar, günü gelince kendisini dönüştürüp “uluslararası meşruiyete sahip bir siyasi aktör” haline geleceğini umduğum Hamas’ın, ne Filistin halkına, ne de bölge barışına katkı sağlayabileceği bence artık kesinleşti.
Bu nedenle, Hamas ile ilgili “dış politik duruşumuzun” değişmesi gerekiyor.
Çünkü Ankara’nın Hamas’a yönelik açık veya örtülü desteği, jeostratejik dengeleri değiştirerek, bize “milli bir çıkar” sağlayacak değil.
Kaldı ki, ciddi bir milli çıkar elde etsek bile, “insan hakları” ve “ahlâki ilkeler” gereği, bu haliyle Hamas’ın güçlenmesine karşı çıkmalıyız.
Çünkü demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak, “kurucu ilkelerimizin” tamamına ters düşen yabancı bir siyasi yapı var karşımızda.
AKP, Türk devletine ve milletine özgü olan bu kurucu ilkelerle barışık olup olmadığını, Hamas’a yönelik siyasi tercihleriyle de göstermeli.
En azından Hamas’ı değişmeye, insanileşmeye, çağdaşlaşmaya “zorlayana” dek...