Evet, şu andaki AB'nin “anası” konumundaki Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile Türkiye arasındaki ilişkiler onyıllar önce başladı.
Günümüzde “medeniyetler projesi” olarak nitelendirilen ve o zamanlar “Avrupa'nın en büyük barış projesi” denilen AET, 1958 yılında Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg'ın imzaladığı Roma Sözleşmesi ile doğdu.
Türkiye 31 Temmuz 1959'da AET'ye ortaklık başvurusunda bulundu.
Yani yaklaşık 57 yıl önce...
Türkiye ile AET arasında 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşmaşı ile ilk somut adım atılmış oldu.
Almanya'da o dönemde Hıristiyan Demokrat/Hırisityan sosyal birlik Partileri (CDU-CSU) ile Hür Demokrat Parti'nin (FDP) oluşturduğu koalisyon hükümeti iktidardaydı.
Başbakan da aynı zamanda CDU'nun Genel Başkanı olan Konrad Adenauer'di.
Konrad Adenauer, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 23 Mayıs 1949 tarihinde Anayasa'nın kabulüyle resmen kurulan Federal Almanya Cumhuriyetinin ilk başbakanıydı.
Türkiye ile AET arasında “Ortaklık Anlaşması “ olarak nitelenen Ankara Anlaşması'nın imza törenine AET'nin ilk Komisyon Başkanı Walter Peter Hallstein da katılmıştı.
CDU'lu Hallstein, o gün yaptığı konuşmasında, bunun ilk adım olduğunu söylerken, “Bir gün son adım da atılmalı: Türkiye bu Topluluğun tüm haklarına sahip eşit üyesi olmalı” demişti.
Evet, bu sözlerin üzerinden 52 yılı aşkın süre geçti.
AET, 1993 yılında resmen Avrupa Birliği (AB) adını aldı.
Üye ülke sayısı zamanla 28'e yükseldi.
Ama Türkiye hala AB'de yerini birtürlü alamadı.
Bunda hiç şüphesiz Türkiye'deki askeri darbeler ve ekonomik istikrasızlık etkin bir rol oynadı.
Ama başta Avrupa'nın lokomotifi konumundaki Almanya olmak üzere Fransa ve İtalya gibi ülkelerin tam destek vermemesi de bu süreci olumsuz yönde etkiledi.
12 Eylül 1980 tarihindeki askeri darbe ile tamamen duran ve dondurulan ilişkiler, dönemin Özal hükümeti tarafından 14 Nisan 1987 tarihinde yapılan üyelik başvurusuyla yeniden canlandırılmak istendi.
Ancak Komisyon, “kendi iç bünyesindeki bütünleşmesini sağlamadan yeni üye alınmasının sözkonusu olamayacağı” gerekçesiyle Türkiye'nin bu başvurusunu 18 Aralık 1989'da geri çevirdi.
Türkiye hep Almanya'dan daha fazla destek bekledi.
Ama bu destek bir türlü gelmedi.
Almanya'nın 1982-1998 yılları arasında başbakanlığını yapan CDU'nun o dönemdeki lideri Helmut Kohl, eski Doğu Blok ülkelerinin AB'de yerini almasında etkin rol oynarken, Türkiye'ye nedense aynı ilgiyi bir türlü göstermedi.
Hatta Türkiye'ni eski başbakanlarından Mesut Yılmaz, Kohl'ü, “Türkiye'nin AB'ye katılma umutlarını yok etmeye çalışmakla” bile suçladı.
O günlerde Mesut Yılmaz, Financial Times'a verdiği demecinde Hitler döneminin politikasını kastederek, Kohl hükümetini Doğu Avrupa'da "Lebensraum" (yaşam alanı yaratma) politikası izlemekle suçladı.
İşte günler Helmut Kohl'ün Lüksemburg'daki bir toplantı sırasında sohbet ederken, “Türklerle aynı masaya oturmam” dediği öne sürülen günlerdi.
Yılmaz'ın bu sözleri Almanya'da ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı.
Ben o dönemde Bonn'daydım.
Gelişmeleri yakından takip ettim.
CDU'lular Başbakan Mesut Yılmaz'a ateş püksürüyorlardı.
O zamanlar ben Almanya'da akredite Yabancı Gazeteciler Cemiyeti (VAP) başkanıydım.
Bir Noel öncesi Başbakanlık'ta Helmut Kohl ile bir toplantı yapmıştık.
Toplantı başbakanlıktaydı, ama “evsahibi” konumundaki bizim cemiyetti.
O yüzden tohlantıyı ben yönetiyordum.
Toplantının bitiminde Helmut Kohl'e “Türklerle aynı masaya oturmam' demişsiniz ama, bakın işte yanınızda bir Türk oturdu” diye espri yapmıştım.
Nitekim Helmut Kohl daha sonrarki yıllarda Türklerle aynı masa bir yana, aynı sofraya bile oturdu.
Çünkü oğlu Peter, Türk kökenli Elif'le evlendi.
Ama Helmut Kohl, “Bize tarih ve coğrafya derslerinde Türkiye'nin Avrupa'ya ait olduğunu öğretmediler” diyerek Türkiye7nin AB üyeliğine pek de sıcak bakmadı.
Ancak Türkiye, AB yolundaki kararlı tutumundan hiç vazgeçmedi.
Türkiye ile AB ilişkilerinin dönüm noktası Helsinki'de 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi oldu.
Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin adaylığı resmen onaylandı.
Almanya'nın o dönemdreki Sosyal Demokrat Partili (SPD) Başbakanı Gerhard Schröder'in olumlu yaklaşımı, Helsinki Zirvesi'nden böyle bir karar çıkmasında çok önemli bir rol oynadı.
Gerhard Schröder, bu desteğini daha sonraki yıllarda da sürdürdü.
17 Aralık 2004'deki Brüksel Zirvesi'nde Türkiye'nin siyasi kriterleri yeterli derecede yerine getirdiği belirtilerek 3 Ekim 2005 tarihinde müzakerelere başlanması kararı alındı.
Schröder, Türkiye-AB arasında müzakerelerin başlaması için gerçekten çok yoğun çaba harcadı.
Türkiye- AB ilişkilerinde yeni bir dönem başlatılması ve yeni bir sayfa açılması için ağırlığını koydu.
Aşağı Soksonya Eyalet Başbakanı olduğu dönemde Bonn'da ve Almanya'nın Başbakanı olduğu dönemde de Berlin'de Schröder'le birkaç kez söyleşi yaptım.
Türkiye'yi AB'de eşit haklara sahip bir üye ülke olarak görmek istediklerinin altını hep çizdi.
Başbakanlığı bıraktıktan sonra da bu tutumunu sürdürdü.
Schröder'den 2005 yılında Berlin'de Angela Merkel başbakanlık koltuğuna oturdu.
Genel başkanı olduğu CDU'nun da “kardeş parti” CSU'nun da yaklaşımı belliydi.
“Tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık”.
Schröder, “nasıl birazcık hamilelik olmazsa, birazcık üyelik de olmaz” diyerek CDU/CSU'nun
“imtiyazlı ortaklık” önerisine hep karşı çıktı.
Başbakan olunca Merkel de, hiçbir zaman bunu açık bir biçimde telaffuz etmedi.
Hep “tam üyelik müzakereleri ucu açık bir biçimde sürdürülecek” demekle yetindi.
Hala da bu tutumunda bir değişiklik olmadı.
Tıkanan müzakelerin yeniden canlandırılması için Merkel, bazı fasılların açılmasına tam destek veriyor.
Tabii bu yaklaşımıyla hem kendi partisinden, hem “kardeş parti” CSU'dan bazı politikacıları kızdırıyor da.
Ama aldırış etmiyor.
Hükümet ortağı SPD ise Türkiye'ye desteğini sürdürüyor.
SPD Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı olan Federal Ekonomi ve Enerji Bakanı Sigmar
Gabriel, Türkiye'nin “dışlanmasına” hep karşı çıkıyor.
Yaptığımız her söyleşide Türkiye'nin yerinin AB olduğunun altını çizdi ve çiziyor da.
SPD'li Federal Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier de öyle.
Ama “gücün kadar konuş” misali SPD bu konuda daha fazla bastıramıyor.
Evet, Almanya'da iki köklü parti.
İki farklı Türkiye yaklaşımı...
Yeni fasıllar açılıyor...
Çoğu uzlaşılamadan kapanıyor...
Türkiye 50 yılı aşkın süredir AB kapılarında bekletiliyor.
Bu durum da haklı olarak Türklerde “bıkkınlık” yaratıyor.