Almanya’nın Werder Bremen ve Ukrayna’nın Shakhtar Donetsk takımları Şükrü Saraçoğlu Stadyumu’nda kıyasıya mücadele ederken, biz daha çok futboldan başka şeyleri, özellikle de Avrupa’nın siyasi ve kültürel meselelerini konuştuk. Bu final, belki de bu yüzden, izlediğim en güzel spor organizasyonlarından biri oldu.
Sohbetimizin konusunun futbol dışına çıkması, Shakhtar’ın 25’inci dakikada attığı gol ile mümkün oldu. Tribünleri dolduran Ukraynalılar zafer şarkıları söylerken, Alman meslektaşım Michael stadın atmosferini övüyordu. “Türk seyircilerle dolduğunda eminim daha da müthiş bir ortam oluşuyordur. Köln’deki maçlardan biliyorum. Türkler, biz Almanları da coşturuyor.”
Gerçekten de, geçen yıl bu statta oynanan Şampiyonlar Ligi Çeyrek Final maçında
Fenerbahçe Chelsea’yi 2-1 yenmiş ve dünya futbol tarihinin en büyüleyici atmosferlerinden biri, o gece burada yaratılmıştı. Tüm İstanbul, hatta tüm Türkiye ayaktayken, Şükrü Saraçoğlu tribünlerinde "The Rising Sun Over Europe" (Avrupa’nın üstünde doğan güneş) yazılı dev pankart açılıyordu.
* * *
Werder Bremen, yediği gole sadece 10 dakika sonra cevap vermeyi başardı. Serbest vuruşta kaleye yönelen top, bir kaleci hatası sonucu ağlarla buluşurken bu kez Alman seyirciler seviniyordu. İngiliz gazetesi The Guardian için çalışan Ben ise mutlu değildi. O dakikaya kadarki futbol kalitesi onu memnun etmemişti. “Arkadaşlar,” diyordu, “Ben 2005’teki Şampiyonlar Ligi finalini İstanbul’da izlemiş şanslı insanlardan biriyim. O maçta Liverpool’un AC Milan’ı nasıl yendiğini çıplak gözle izlemeniz gerekirdi...”
Bu cümleden sonra grubumuz maçtan tamamen koptu –ki henüz ilk devre dahi bitmemişti. Zira Çek meslektaşım Luboş, İngiliz taraftarların “İstanbul mucizesi” diye andıkları dört yıl önceki finalle ilgili çok ilginç bilgiler vermeye başladı.
Luboş, gittiği yabancı şehirlerde, bildik turistik mekânları gezmek yerine, alışılmadık
haberler arayan bir muhabirdi. İstanbul’a ilk kez 2005’te geldiğinde, finalin oynanacağı Olimpiyat Stadı’na iki gün öncesinden gitmiş ve dev bir hilali andıran stadyumun fotoğraflarını çekmişti. Bu arada, stadın yakınlarında, ama şehir merkezinin 22 km batısında bulunan Yarımburgaz Mağaraları’nı da keşfetmişti.
Maç sürerken, Luboş bize heyecanla o günleri anlatıyordu: “İnsanoğlunun Afrika ve Asya’dan ‘iki ayağı üstünde’ Avrupa’ya geçerken kullandığı son konak, bu mağaralardır. Buzul Çağı’ndan Bizans’a dek binlerce yıl boyunca insana barınak olmuş bir yerleşim orası. Sırf bu yüzden bir ‘Avrupa Kültür Mirası’ listesi oluşturulmalı ve Yarımburgaz en eski örnek olarak birinci sıraya konmalı.”
* * *
Gelecek yıldan itibaren “Avrupa Ligi” olarak adlandırılacak UEFA Kupası’nın son finalinde 90 dakika 1-1 sona erdi. Uzatmalara gitmek, meslektaşlarımızla sohbeti daha daha koyulaştırmak için bir fırsattı. Michael ile birlikte içeceklerimizi alıp koltuklarımıza döndüğümüzde, Fransız L’Equipe Gazetesi’nden Nicole ile, freelance çalışan Hollandalı bir gazeteci olan Carlijn, gelecek ay yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerini tartışıyorlardı.
Carlijn, yükselen ırkçılık dalgasından endişeliydi. Nicole ise katılımın yüksek olmasını umuyor, böylece bu sorunun üstesinden gelinebileceğini düşünüyordu. Hepimiz, Türkiye adının hemen her ülkedeki AP
seçim kampanyaları boyunca aşırı sağcılar tarafından bu kadar sık kullanılmasına şaşırmıştık. Hatta birçok ülkede merkez sağ bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduklarını yineleyerek oy istiyorlardı.
Ben, bir Türk olarak, yâni Avrupa ailesinin kabaca yarım asırdır kapıda beklettiği bir ülkenin vatandaşı olarak içerleyebilir, bu sohbette kendimi iyice yabancı hissedebilirdim; ama öyle olmadı. İster Fransız ister Alman, ister İngiliz ister Hollandalı, ister İtalyan ister İsveçli olsun, tüm meslektaşlarım, sportif bir şenlik havasının iyimserliğiyle beni teselli ediyorlardı. Onlara göre, Avrupa ailesi bu “popülist oyuna” son vermek zorunda kalacaktı, zira kapının önünde tuttuğu, öz be öz “akrabasıydı.”
* * *
Shakhtar Donetsk’in ikinci golü 97’inci dakikada geldi ve son UEFA Kupası, Ukraynalıların ellerinde yükseldi. Bir Tatar Müslümanı olan Shakhtar Başkanı Rinat Ahmetov kupayı kaldırırken, ben de Batı Avrupalı meslektaşlarımın maç boyunca söylediklerini hatırlıyordum:
Nicole’un dediği gibi; Türkiye zaten çoktan AB’ye girmişti, zira bugün AB dahilinde yaklaşık 4 milyon Türk yaşıyordu. Yâni Litvanya, Estonya, Letonya, Slovenya, Lüksemburg, Kıbrıs ve Malta’nınkinden büyük bir nüfus. Neredeyse bir İrlanda... Öyleyse özellikle Batı Avrupalıların Türkiye’nin AB üyeliğini reddetmesi ne kadar rasyoneldi?
Öte yandan Michael’in vurguladığı gibi; Avrupa kültürünün her yanında tarihsel Türk izleri vardı. Mozart’ın eşsiz tınılarından, senfonik orkestralardaki kös varyantı davullara ve metal zillere dek... Batı Avrupa ve Türk kültürlerinin bileşiminin, Michael’in deyimiyle “Euroturka” sentezi bu kadar başarılıyken, “kültürel” endişeler de neyin nesiydi?
Bir de Lubos’un hatırlattıkları vardı elbette: İnsanoğlu Avrupa’ya yürürken son molasını İstanbul’un batı sınırlarında vermemiş miydi? Hatta büyük filozof Jean-Jacques Rousseau’nun varlığını bile, bir ölçüde İstanbul’a borçlu değil miydik? Rousseau’nun saat yapımcısı babası, Cenevre’de öldürülmekten, Osmanlı başkentini ziyareti sayesinde kurtulmamış mıydı?
Ben’in de ifade ettiği gibi; 2005 Şampiyonlar Ligi finalinden, 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerine dek, AB için tam bir çekim merkezi haline gelen bir İstanbul vardı ortada. Öyleyse Napoleon’un, “Dünyada tek bir devlet olsa, İstanbul onun başkenti olurdu” sözlerini hatırlayarak, Brüksel-Lüksemburg-Strasbourg üçlüsünün arasına bir gün onu da eklemeye kendimizi hazırlamalıydık hepimiz.
* * *
Bu sözleri, Fransız, Alman, İngiliz ve Hollandalı dostlardan, hem de Türkiye’deki bir UEFA Kupası finali sırasında duymak, Avrupa Birliği’ne şüpheyle bakan her Türk’ü rahatlatabilirdi. Ben ise AB’ye şüpheyle değil, güven ve özgüvenle bakan biriyim; o yüzden hem bu tarihi maçtan, hem de meslektaşlarımla yaptığım “spor dışı” sohbetten büyük keyif aldım.
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy verme hakkım ise –henüz- yok, ama oy verecek Batı Avrupalı dostlarımdan biliyorum. Onlar, AB’nin o geniş görüşlü sloganını kalpten onaylıyor ve tüm Avrupalıların onu öğrendiği gün, “negatif popülizmin” sona ereceğini düşünüyorlar: “Çeşitliliğiyle birleşik!”
UEFA Kupası tarihinde Avrupa dışında bir kıtada, yâni İstanbul’un Asya yakasında oynanan ilk final maçında, sahadaki Almanlar, Ukraynalılar ve İspanyollar ile, tribünlerdeki Türkler ve diğer Avrupalılar için, hep beraber haykırılabilecek ne güzel bir tezahürat...