Güncelleme Tarihi:
1) Türk turizmi, ekonomik durgunluk şayiasına rağmen, yoksa epey kazançlı bir yıl mı yaşayacak?
2) Avrupalılar, örneğin tatilleri için Türkiye’yi tercih eden bu orta yaş üstü Alman kitle, aslında ne kadar Avrupalı?
Küçük bir örneklem kullanarak, laçka bir gözlem ortamında sorduğum bu ikinci sorudan, “Almanlar görgüsüzdür” gibi kaba bir cevap çıkaracağım yok.
Ancak o kahvaltı sırasında, paldır küldür sıraya giren ve sadece ilk gelenin kapabildiği bifteklere yumulan bu kalabalığın yerine biz Türkleri koysanız ve sahneyi Kemer yerine Berlin yapsanız, sıradan Alman vatandaşının tepkisi, “Avrupa Birliği neredeee, bu Türkler neredeee” olurdu. Öyle ya; Almanların, Almanya Türklerine karşı sarfettiği bu tür küçümseyici ifadelere Almanya’da birçok kez şahit olmuştum.
Belki Türkiye’nin havasından-suyundandır, bilemem; ama ben, ülkelerinde asla yapmayacakları şeyi (yere çöp atmak ve yayaya yol vermemek gibi) Türkiye’de yapan çok Avrupalı da gördüm ve bu da onlardan biriydi.
Tamam, belki “herşey dahil” çılgınlığına kapılmış bu Alman turistler, ununu eleyip çoktan eleğini asmış, bu yüzden havuz başında entelektüel tartışmalar yerine bira-patatesi, edebiyat seasında ise Goethe’yi değil, olsa olsa Harlequin serisini tercih edenlerdi. (E biz de zamanında Avrupa’da iş-aş aramak zorunda bıraktığımız vatandaşlarımızı önce bir seviye belirleme sınavı yaptıktan sonra yolcu etmemiştik; ama AB’deki Türkiye karşıtları, imajımız için yegane temsilci olarak “asgari numuneyi” tercihten çekinmiyorlardı)
Herşey bir yana, bu manzara bana, “ideal” olarak kabul edilen Avrupalı bir yaşam tarzının kalıtsal değil, çevresel koşullara bağlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Avrupalılık, bir defa sahip olununca kaybedilmeyecek bir nitelik değil, korunması için sürekli çaba gerektiren bir süreçti.
Turistlerin, bu açıdan, ülkemize maddi gelir kazandırmanın yanısıra, bizi “Yahu Avrupalılık medeniyetse, –istediğimizde- biz bunlardan daha Avrupalıyız” diye düşünmeye sevkederek bir başka yarar sağladığını anladım.
***
Aynı otele birkaç kilometre uzaklıkta bir benzincide kaçak olarak çalışan Iraklı Türkmen Hüseyin ise, yakıcı güneşin altında bir Balzac romanı okuyordu. “Kürt yönetimin baskısıyla Kerkük’ten sürülünce sınırı geçip buraya geldim” diyen Hüseyin, bir müşteri ne zaman otomobiliyle yanaşsa, Vadideki Zambak’ı pompanın üstüne bırakıp işe koyuluyordu.
Türkmen Hüseyin, Türkiye’de basılmış bu Fransız şaheserinde, Balzac’ın karakterinin, ev sahibi olan Mösyö de Chessel ile girdiği diyaloğun ardından düşündüklerini de okumuş muydu acaba: “Sonradan görme insanlar maymunlar gibidirler, maymun becerikliliği vardır onlarda. Onları tırmanırken görür, çevikliklerine hayran kalırız. Ama bir kez doruğa ulaştıklarında, artık yalnızca ayıp yerleri görünür.”
Evi Türkiye sınırının ötesinde kalan bir Türkmen olan Hüseyin ile Avrupa kimliğinin edebiyattaki kurucu unsurlarından biri olan Balzac işte böyle yan yana gelince, ben maymunlardan çok, ister istemez Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’yi andım.
Hani, Avrupa Birliği’nin Suriye ve Irak ile komşu olmasını kabul edemediği için, Türkiye’yi “sadece coğrafi nedenlerle” Birlik dışında bırakmaya kararlı olan Sarkozy...
Anavatanı dahil her yerde –herşey dahil?- hâkir görülen 20’li yaşlardaki bu Irak Türkmeni, benim gözümde, sadece açık büfe izdihamındaki Almanlardan değil, Sarkozy’den de “daha Avrupalı” idi.
Öyleyse biraz da çuvaldızı kendimize batırıp, Hüseyin’in, biz Türkiye vatandaşlarından da haydi haydi “daha Avrupalı” olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bizim Avrupalılığımızı gelecek yazıda tartışalım.