Güncelleme Tarihi:
Tâ bilinen ilk efsanelerden, Grek mitolojisinden, Homer’den ve daha sonraları Shakespeare oyunlarından gelen, günümüzde de sinemada, edebiyata hâlâ tekrarlanan bir temadır ölülerin geri dönüşü.
Kaybettiğimiz bir yakınımızın dönüşü fantezisi hem teselli edicidir, hem de ürkütücü.
Şahsen asla tanıdığımız, hatta anlatılanlara bakarak nefret ettiğimiz tarihi bir “kötü adam”ın öte dünyadan gelip yeniden aramıza katılması hayâlinde de, hiç şüphesiz, korkutucu olduğu kadar, tekinsiz esrârından kaynaklanan bir çekicilik vardır.
İşte bu şekilde bilinçaltımızın iki yanına da hitap eden ölülerin geri dönüşü meselesi, kültürümüzün derinliklerine işlemiş ve asırlardır yüzeye çıkarılıp dibe batıra batıra bir türlü tüketilememiştir.
O yüzden Kongo’nun “vudu” soslu “Nzambi” efsanelerinde de döner ölüler geriye, Hollywood’un Hayvan Mezarlığı’nda da…
Ama neden?
“Usûlünce defnedilmedikleri için,” diye cevaplar bunu Jacques Lacan.
Lacan’ı izleyen Slavoj Zizek’in de açıkladığı gibi, ölüler, “geleneğin süregiden metni içerisinde yerlerini bulamadıkları için” geri döner dururlar. Ödenmemiş simgesel bir borcun peşindeki alacaklılardır onlar ve borç ödene kadar yakanızdan düşmezler.
Mesela Hamlet’in, amcası tarafından katledilen babasının hayaleti, ancak cinayet tüm ayrıntılarıyla aydınlatıldıktan ve “ilahi adâlet” tecelli ettikten sonra huzura erip dünyayı sonsuza dek terk edebilir.
Usûlünce defnedilmeyen ölü, insan için olduğu kadar, toplum için de bir semptomdur. Yâni bastırılıp da bertaraf edilemeyen, yok edilmeye çalışılıp sürekli olarak geri dönendir.
* * *
Bu uzun –ama gerekli- girişin ardından yalın bir yargıyla (yoksa önyargı mı?) ve okuyucuları bir gelişme bölümden bile mahrum bırakarak bitirelim yazıyı:
Biz de Avrupa’nın “geri dönen,” canlanan ölüleriyiz: Eski Kıta’yı yabancı fâtihler olarak uzun süre boyunduruk altına alan, yüzlerce yıl boyunca korkulan, nihâyet ancak birkaç asır önce dizginlenen, önce Hasta Adam statüsüne gerileyip sonunda Avrupa kimliğinden tâmamen dışlanan, zincirlenen, soyutlanan ve son tahlilde öldürülen Türkler...
Ancak kaderin garip bir cilvesiyle, sanki usûlünce defnedilmeyen her ölü gibi geri dönüyoruz şimdi.
Avrupa Birliği maceramız, biraz da bu sosyopolitik psikoloji bağlamında incelenemez mi?
Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa’da, Türklerin siyasi ve ekonomik gücüyle birlikte artan Türk düşmanlığı bunun kanıtı değil midir?
Avrupa’nın, benzer bir tırmanışın ardından soykırıma tâbi tuttuğu Yahudileri, uzun ve sancılı bir geri dönüş sürecinin ardından öz benliğine kattığını ve bugün Eski Kıta’nın (bir asır önce hayâl dahi edilemeyecek biçimde) “Yahudi-Hristiyan Uygarlığı” olarak anıldığını unutmamalı ve şu güçlü olasılığı hesaba katmalıyız:
Avrupa’nın, Türklerin dönüşüyle yaşadığı bu süreç, bir asır sonra, İslam medeniyetinin de Eski Kıta’nın asli kurucularından biri olmasıyla son bulacaktır.
O gün, Türkiye’nin, bir Avrupa Birliği üyesi olarak –bizler dâhil- her Avrupalı’nın içine sindiği, tüm özgünlüğüyle bu kurumun liderlerinden biri olarak parladığı bir gün olacaktır.