Güncelleme Tarihi:
Biz aslında affı seven ve af için pekçok bahaneler uydurmuş olan merhametli bir milletiz. İşte, eski zamanlardan kalma böyle bir af öyküsü: Sultan Abdülhamid tahta çıkışının 25. yıldönümünü kutladığı 1901'de af ilánına karar vermişti. Ama siyasi suçluları af kapsamı dışında tutmuş, idama ve müebbed hapse mahkûm olanlardan affedeceklerini ise fotoğraflarına bakarak seçmiş, bakışlarını beğenmediği mahkûmları ‘‘Bunun suratında meymenet yok. Çıkarsa başka canlara da kıyar’’ deyip serbest bırakmamıştı.
Biz, aslında affetmeyi seven bir milletizdir ve sadece bugün değil, eski devirlerde de aynen şimdiki gibi durup dururken af çıkartıp hapishaneleri boşaltmışızdır.
Parlamentonun bulunmadığı yahut hanımefendilerin siyasette etkili olmadığı eski zamanlarda, af, hükümdarın iki dudağının arasındaydı ama ilánı için mutlaka bir bahane gerekirdi.
ÖNCELİK, BAYRAMLARDA
Dini bayramlar, ufak suçların affı için genellikle iyi bir bahane sayılırdı. Meselá devlete olan küçük borçlar yüzünden hapse düşmüş olanlar birkaç senede bir affa uğrar, hükümdar böylelikle hem dua alır, hem de şefkatini ve merhametini gösterirdi. Ama borcun miktarı yüksekse, yani devlet o mahkûmun işlediği mali suç yüzünden epeyce bir zarara uğramışsa mahkûmun af kapsamına alınması gibi birşey sözkonusu olamazdı. Hele devlete değil, şahıslara karşı işlenen mali cürümlerin affı düşünülmezdi bile...
Sadece bayramlar değil cephede kazanılan bir zafer, tahta varis olacak bir şehzadenin doğumu yahut hükümdarın çok sevdiği kızını dillere destan bir düğünle evlendirmesi de affa vesileydi. Ama bir başka af bahanesi daha vardı: Cülus, yani zamanın hükümdarının tahta çıkış yıldönümleri...
HATİM VE AF BİRARADA
Af ilánı, cülusun genellikle onuncu, on beşinci yıldönümü gibi yuvarlak yıllara rastlardı. 1901'de, Sultan İkinci Abdülhamid'in tahta çıkmasının 25. yıldönümü münasebetiyle ilán edilen geniş kapsamlı af da bunlardan biriydi.
Türkiye, Abdülhamid'in hükümdarlığının 25. yıldönümünü büyük şenliklerle kutladı. Gazeteler günlerce beyaz kalın káğıda altın yaldızlı mürekkeplerle basılı medhiyeler yayınladılar. Piyasaya hatıra eşyaları, meselá üzerinde hükümdara duaların yazılı olduğu ipek mendiller çıkartıldı, fakirlere günlerce yiyecek dağıtıldı ve camilerde geceler boyu hatim üstüne hatim indirildi.
Bu arada, bir af ilánı da unutulmadı tabii... Abdülhamid mali suçlar yüzünden hapse düşmüş olan birçok mahkûmun borcunu kendisi üstlendi ve cezalarını affetti. Sonra, isimleri cinayete karışmamış adi suçlular da birer birer serbest bırakıldılar. Siyasi suçluların akıbeti ise aynen bugün olduğu gibiydi, yani af kapsamında değildiler.
Hükümdar, katillerle eşkıyanın affında o güne uygulanmamış bir metod tatbik etti: Anne-baba katilleri gibi bir-iki istisna dışında idam cezalarının infazına zaten hiç izin vermemiş, bu cezaları müebbed hapse çevirmişti ve hapishanelerde çok sayıda müebbed mahkûmu vardı. Sarayda çalışan bir komisyon bu mahkûmların dosyalarını inceliyordu. ‘‘İdamlık müebbedlerin’’ listesi çıkartıldı ve Abdülhamid'e sunuldu. Hükümdar işte o zaman herkesi şaşırtan bir emir verdi, af kapsamına giren müebbed mahkûmlarının fotoğraflarının çekilip kendisine getirilmesini buyurdu.
MEYMENETSİZ BİR SURAT
Emir yerine getirildi ve fotoğraflar albümler halinde Abdülhamid'in önüne kondu. Abdülhamid mahkûmların önce dosyalarını okuyor, sonra fotoğraflarına bakıyor ve affa láyık olup olmadıklarına ‘‘görünüşlerine göre’’ karar veriyordu. Komisyonun birçok af kararını tasdik etti ama bazılarını ‘‘Bunun suratında meymenet yok. Çıkarsa başka canlara da kıyar’’ deyip içeride bıraktı.
TEBESSÜMSÜZ MUSTAFA
Bu sayfada fotoğrafını gördüğünüz 19. asrın son senelerinin meşhur eşkıyası Ali oğlu Mustafa da ‘‘suratında meymenet olmayanlardan’’ biriydi ve affa láyık görülmedi. Neticede, bakışlarındaki huşunet yani haşinlik ve sertlik yüzünden serbest kalma fırsatını kaçıran birçok mahkûmun hayatı zindanda noktalandı.
Mahkûm fotoğraflarının yeraldığı albümler şimdi İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde saklanan Yıldız fotğraf kolleksiyonunun arasında bulunuyor. Ben, bu fotoğrafları ilk gördüğüm zaman ‘‘Resimleri çekilirken azıcık tebessüm etselerdi Abdülhamid'in affına mazhar olabilirler miydi?’’ diye düşünmüştüm.
Acaba Ali oğlu Mustafa'nın fotoğrafına dikkatlice baktığınızda siz nasıl düşünceksiniz?
İddialıysanız, bilmek zorundasınız Hakkı Bey!
Abdülbaki Hoca'nın önceki hafta ramazan sayfasında yayınlanan ‘‘takiyye’’ yazısı yüzünden Hakkı Devrim'le giriştiğimiz imlá tartışmasının verdiğim cevaptan sonra nihayete ereceğini tahmin ediyordum. Ama Hakkı Bey, Radikal'deki köşesinde konuyu yeniden gündeme getirdi ve ‘‘Ben, kelimenin Arapça'da değil, Türkçe'de nasıl yazılıp söylendiğiyle meşgulüm’’ dedi.
Sonra ‘‘Türkçe'deki imlásı bakımından bakiye ile takiye arasındaki fark nedir, ki birini bakiye, öbürünü takiyye yazmamız gereksin?’’ diye sordu. Ama ‘‘Arapça bilmem, Arap alfabesiyle yazamam, okuyamam’’ deme açıksözlülüğünü de gösterdi.
Şimdi ben, eski alfabeyi bilmeyen Hakkı Bey'e böylesine teknik bahisleri hangi basite indirgeme metodunu kullanarak ve nasıl açıklayayım? Meselá ‘‘et-takiyyetu’’ veya ‘‘takiyye’’ sözlerinde ‘‘tá-yi gird’’ veyá ‘‘tá-yi merbuta’’ denilen ve çift ‘‘y’’ okutan bir harfin bulunduğunu, ‘‘bakiye’’ değil bakiyye denmesi gerektiğini nasıl anlatayım? Bütün bunları izah edebilmek için ‘‘tá-yi gird’’i, türeme kurallarını, terkip kaidelerini, meselá terkibin ilk kelimesi müennes (dişi) olduğunda ikincisinin de dişi, ama birincisi müzekker (erkek) ise ötekinin erkek olması gerektiğini, bir kelimenin sonuna ‘‘y’’ ve ‘‘noktalı he’’ harflerinin ilávesiyle kelimenin dişileştirildiğini ne şekilde ifade edeyim?
‘HÜRRİYET’İN ASLI
Yine aynı biçimde, terkiplerin ilk kelimesinde çoğul hálin kullanılması durumunda ikinci kelimenin mutlaka dişi olacağını ve hepsinden önemlisi, bunların Arapça değil eski ‘‘Türkçe’’ kurallar olduğunu, bu kurallara Türkçe'de asırlar boyu riayet edildiğini, hatta bundan 30-40 sene öncesine kadar doğru biçimde kullanıldıklarını, ‘‘bakiyye’’ kavramını Arap'ın bambaşka bir mánáya aldığını, bu kelimelerin artık Arapça değil ‘‘Türkleşmiş’’ olduklarını bilmem nasıl söyleyeyim?
Hakkı Bey'in ‘‘...Murat Bardakçı dahi böyle arzu etmektedir diye, ben bütün bunları -bu arada Hürriyet'in adını da Hürriyyet şeklinde- çift ‘‘y’’ ile yazmak zorunda mıyım?’’ buyurmasına da bir açıklama getirmem gerekiyor:
‘‘Hürriyet’’i çify ‘‘y’’ ile yazamazsınız efendim, zira kelimenin doğrusu ‘‘hürriyet’’tir ve siz her ne kadar Arapça zannetseniz de, ‘‘hürriyet’’ sözü bizim icadımızdır. ‘‘Milliyet’’ kelimesi gibi... Araplar bu sözü kullanmaz ve anlamazlar.
Şaşırdığınızı görür gibiyim ve izah ediyorum: ‘‘Hürriyet’’ kelimesi Arapça gibi görünürse de, biz Türkler'in imálátındandır, ilk anayasal kurumlarımızı oluşturduğumuz sırada tarafımızdan uydurulmuştur ve uydurulma öyküsünü birçok kaynaktan, en azından Bernard Lewis'in yazdıklarından öğrenebilirsiniz. Bir Arap'a ‘‘hürriyet’’ dediğinizde anlamaz, suratınıza aval aval bakar ve bu sözle kasdettiğiniz mánáya hiçbir şekilde vákıf olamaz! Zira Arapça'da ‘‘hürriyet’’in karşılığı başkadır: ‘‘Tahrîr’’. Bizim ‘‘Hürriyet’’ sözüyle kasdettiğimize onlar ‘‘tahrir’’ derler (sakın ola ki ‘‘yazım’’ mánásına gelen ‘‘tahrîr’’ ile karıştırılmaya, kökleri farklıdır). Ve küçük bir örnek: Bugün hemen her Arap başkentinde ‘‘Meydán-ı Tahrîr’’ isminde bir mekán vardır ve bu isim bizim ‘‘Hürriyet Meydanı’’nın karşılığıdır.
Şimdi, zát-ı devletlerinden bir istirhámım olacak: Başkalarının yazılarındaki ifade bozukluklarını, anlam düşüklüklerini düzeltmeye devam buyurun ama lutfedin, gramer bahislerine girmeyin. Hele ‘‘Eskiden sahife dediğimize şimdi sayfa diyoruz, Muhammed de Mehmed oldu, dolayısıyla filánca kelime vakti zamanında böyle kullanılırdı ama şimdi böyle denmesi doğrudur’’ gibisinden sözler etmekten kaçının. Zira gramer hakkında hüküm vermek, hele ‘‘takiyye’’ ve ‘‘hürriyet’’ gibisinden kelimeler üzerine fikir yürütmek Şark dillerini ve özellikle de Osmanlıca'yı ve eski ‘‘doğru’’ Türkçe'yi iyi bilmeyi gerektirir ki, ‘‘Arapça bilmem, Arap alfabesiyle yazamam, okuyamam’’ demekle bunlara áşiná olmadığınızı zaten kendiniz beyan buyuruyorsunuz.
Hadi, eski tabiriyle söyleyeyim: Tenezzülen, ináyeten ve de kerámeten, linguistik ve morfolojik bahisleri karıştırmayın, dil müfettişliğinin hudutları dahilinde kalın, ‘‘Bakiye ile takiye arasındaki fark nedir ki?’’ gibisinden sözler ederek dil yáresini yárelikten çıkartıp kangrene çevirmeyin!
Ve en önemlisi, sizin de buyurduğunuz gibi, ‘‘oğlunuz yaşında’’ olan bu fakirinizin yazdıklarını Türkçe'ye ve mesleğe muhabbet kabul edin ve bir ard niyet aramayın. Belki de ‘‘Dün mektebe varmış, bugün üstád olayım der’’ sözünü doğrulamaya çalışmaktayımdır, kimbilir...