Demokrasi ile kapalı rejim farkı

SAĞLIK Bakanı Recep Akdağ, keneyle bulaşan hastalıklar nedeniyle birçok ülkede insanların öldüğünü ama hiçbir ülkenin gazetelerinde "Bugün bir tane daha öldü, falanca gün bir tane daha diye yayın yapılmadığını, çünkü bunun halk sağlığı açısından bir yararının olmadığını" söyledi.

Recep Akdağ’ın, dünya basınını bu kadar yakından takip edebiliyor olması, doğrusunu isterseniz beni mutlu etti.

Demek ki Sağlık Bakanlığı’nda iyi bir basın takip bürosu oluşturulmuş ve dünyanın her yerindeki yayınlar takip edilebiliyor!

Akdağ, bu ülkelerin hangileri olduğunu açıklamıyor. Ama ben şunu söyleyebilirim ki "medeni dünyada" böyle bir olayla karşılaşılmış olsaydı, hiç kuşku duymasın ki oralardaki gazeteler ve televizyonlar bunu günlerce yazarlardı.

En son örneklerini "deli dana" ve "kuş gribi" vakalarında yaşadığımız için bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum.

Avrupa’da "kuş gribi" nedeniyle kimse ölmedi ama o günlerin gazetelerinde bu tehlikeye dikkat çeken, korunma yollarını anlatan o kadar çok haber çıktı ki isterse Bakanlığın bu güçlü basın izleme bürosu, kupürleri kendisine ulaştırabilir.

"Deli dana" ortaya çıktığında ve insan sağlığı ciddi bir tehlike altına girdiğinde de durum farklı olmadı.

Hatta şunu söyleyebiliriz: Güçlü bir basın denetimi olduğu için oralardaki kamu yöneticileri, kendilerini bu hastalığın üzerine daha çok gitmek zorunda hissettiler. Ve bundan kazanan da sağlığı korunan halk oldu.

Gazetelerin, idarenin yetersizliği ve beceriksizliği nedeniyle ortaya çıkan kötü durumları saklaması, sadece kapalı rejimlerde olur. Demokrasiler ile kapalı rejimleri ayıran fark budur.

Birinde halkın hiçbir şeyden haberi olmaz, ötekinde halk her şeyi öğrenir ve kamu yöneticileri de bu durumda önlemlerini artırmak zorunda kalırlar
.

Demokrasilerde basının "dördüncü kuvvet" olarak tanımlanmasının nedeni budur.

Uyuşturucu ile mücadelede ’tarikat’ yöntemi

TBMM Uyuşturucuyla Mücadele Komisyonu, Alkol ve Uyuşturucu Maddeyle Mücadele Derneği (ALMADER) Başkanı İskender Erbay’ı dinledi.

Hiçbir profesyonel yardım almadan ve hiçbir hekime göndermeden, empati yoluyla 97 çocuğu hayata kavuşturduklarını anlatan Erbay, şöyle anlatıyor:

"160 kişilik grubu da namaz yoluyla dize getirdik, bununla ilgili bir çalışmamız var. Menzil’e gönderiyoruz, otobüs paralarını veriyoruz, iaşelerini veriyoruz. Sayın valimizden yardım istedik, ’iaşe bedelini öderim’ dedi. Sağ olsun, yardım etti ve bu çocuklar 4 aydır ayık, içmiyorlar."

Erbay’ın "Menzil" dediği yer, Adıyaman’a bağlı. Orada "nefesi kuvvetli bir şeyh" var ve bu şeyhin etrafında örgütlediği bir tarikat o köyün ismiyle anılıyor.

"Vali desteği ile tarikat tedavisi" demek ki uyuşturucu ve alkol ile mücadelede yeni bir yöntem olarak ortaya çıkıyor.

Bu tarikatın ve artık son derece zengin olduğunu bildiğimiz şeyhinin kerameti üzerinde duracak değilim.

Böyle bir şeye inanmak ya da inanmamak, yetişkin kişilerin kendilerinin bileceği bir şey!

Ama yetişkin olmayanların, çocukların, akli durumları kendi başlarına karar vermeye yeterli olmayan kişilerin, bir tarikatın eline terk edilmesi ve bunun bir de valilik desteğiyle yapılması, medeni bir ülkede kabul edilebilecek bir durum değil.

TBMM Uyuşturucuyla Mücadele Komisyonu, bu tuhaf durumun nasıl olup da ortaya çıkabildiğini, vali beyin ve söz konusu derneğin tarikat bağlantılarını da araştırmalı.

’Tepe’ neden bunca zaman dışarıdaydı?

ERGENEKON Terör Örgütü ile ilgili iddianamenin bugünlerde açıklanması bekleniyordu. Hatta savcılık, iddianamenin binlerce sayfa tutuyor olması nedeniyle sanıklara CD olarak verilebileceğini de duyurmuştu.

Ancak gazetelere yansıyan haberlere göre, iddianamenin açıklanması biraz daha gecikecekmiş.

Bunun nedeni de son tutuklamalar. İki emekli generalin, bir işadamının da içinde olduğu son grup tutuklamalardan sonra iddianamenin yeniden yazılacağı belirtiliyor.

AKP medyasının yarattığı hava, son tutuklamaların, bu örgütün "tepesi" olduğu şeklinde!

Tuhaflık da burada zaten!

Savcılık bazıları 1 yıldır tutuklu olan sanıkların oluşturduğunu iddia ettiği örgüt ile ilgili bir iddianame yazıyor ama örgütün tepesi ancak geçen hafta "ele geçebiliyor".

"Ele geçenler", dağlarda saklanmıyorlardı. Adresleri belliydi. İddianame son aşamasına kadar yazılmış olduğuna göre, savcılık bu kişilerin kim olduğunu da biliyor olmalıydı. O zaman bu son tutuklamalar neden bu kadar gecikti diye sormak gerekiyor.

Öte yandan, bu kişiler AKP medyasının iddia ettiği gibi örgütün tepe yöneticileri değilse, iddianamenin tümünü etkileyecek bir durumları da yok demektir.

Onlarla ilgili suçlama her ne ise, bu bir ek iddianame ile yapılabilirdi.

Savcılık şunu unutmamalı ki bu konu üzerinde spekülasyonların sürmesi, davaya olan inancı zayıflatıyor. Bu nedenle iddianame bir an önce açıklanmalı.

Eğer Türkiye’de demokrasiye kast eden böyle bir örgüt varsa, bununla ilgili dava her türlü spekülasyonun dışında tutulabilmeli ki sonuç alınabilsin.

Bir de şu konu var: Gazeteler, savcılığın MİT, Emniyet ve Silahlı Kuvvetler’e bir yazı göndererek "Ergenekon isimli bir örgüt var mı" diye sorduğunu yazdılar ve bu haber yalanlanmadı. MİT ve Emniyet "Var" demiş, TSK "Bilmiyoruz" yanıtını vermiş. Böyle bir örgüt varsa, bunu kanıtlaması gereken makam savcılığın kendisi. MİT "var" da dese; asker "yok" da dese bir anlam ifade etmiyor.

Delilleri toplamak, bunun için kolluk güçlerini kullanmak ve bu kanıtlardan yola çıkarak örgütün varlığını ispat etmek durumunda olan savcılık, bu soruyu neden başkalarına soruyor anlayamadım.
Yazarın Tüm Yazıları