Güncelleme Tarihi:
“Bir gazetecinin şirketler tarafından yapılan böyle büyük bütçeli gezilere icabet etmesi ne kadar doğrudur? Bu etik tartışma yıllardır yapılırken bir yazarın bunları böyle yazması da düşündürücüdür. Kaldı ki, bu yazılarda birilerinin eleştirildiğini görmedim. Sürekli şirket ve CEO güzellemeleri yapılıyor. Bir gün olsun bir geziden bir eleştiri yazısı yazılmaz mı?”
Güneysu’nun bu mail’ini aldığım sırada masamda Cumhuriyet gazetesinin kuruluşunun 87. yıldönümü nedeniyle hazırlanan özel ek duruyordu. Mesleğimizin kıdemlilerinden Ali Abalı, o ekteki yazısında yıllar önce bir İrlanda gezisi nedeniyle Cumhuriyet’te yaşadıklarını anlatıyordu:
“Habercilik konusunda bir anım var. Ulusal takımımız İrlanda ile maç yapmaya gidecekti. Futbol Federasyon Başkanı Orhan Şeref Apak, kafileye beni de almış, ‘Hazır ol filan gün gidiyoruz’ dediler. İstanbul’dan izin istedim. Teleksle Nadir Nadi ağabeyimden gelen cevapta, ‘Ali bu seyahate giderse istifasını bıraksın’ yazıyordu. Ancak kafilenin hareketinden önce adıma bir zarf geldi, açtım, içinde İrlanda’ya gidiş geliş birinci sınıf uçak bileti ve bir miktar dolar vardı. Beni İrlanda’ya gazetem gönderiyordu. Daha sonra Nadir Nadi ağabeyim bu konuda şunları söylemişti: ‘Gazeteci olarak birisinin davetini kabul eder, gidersen onun hakkında yazacakların methiye olacaktır.”
Nadir Nadi’nin bu görüşlerine katılmamak mümkün değil. Bu bir futbol takımı gezisi için de geçerli, bir şirket, bir vakıf, bir cemaat ya da bir parti gezisi için de. Bir kuruluşun davetiyle, onun parası ve programıyla geziye gittiğiniz zaman onun gösterdiğiyle, onun verdiği bilgiyle yetinmek durumunda kalırsınız. Öyle olunca da davetli giden gazeteci, kendisine sunulan ambalajın dışındaki gerçeğe ulaşamaz. Yazdığı da bir övgüler demeti olmaktan öteye gidemez.
Daha önce başka bir vesileyle “Bedava geziler körleştirir” diye yazmıştım. Bu tip geziler, gazetecinin eleştirel bakmasını engelliyor. Oysa bir gazeteci, eleştirel olmak durumundadır. Aksi halde yaptığı iş, gazetecilikten çok o şirketin tanıtım faaliyetine dönüşebilir. Zaten çok merak ediyorum, acaba o şirketler, gazetecileri götürdükleri gezilerin masraflarını bütçelerinin hangi faslından karşılıyorlar? PR ya da ne bileyim reklam-tanıtım gibi işlere ayrılan bütçelerindendir herhalde. Çünkü şirketlerinin tanıtma işini bu yolla başarılı biçimde gerçekleştirebiliyorlar; ekonomi sayfaları da kimi zaman şirketlerin bu “başarı” pazarlamalarıyla dolup taşabiliyor.
Bu davet gazeteciliği de bir tür “embedded journalism” (iliştirilmiş gazetecilik) biçimi aslında. Hatırlarsınız, Irak savaşı sırasında ABD ordusunun beraberinde götürdüğü “iliştirilmiş gazeteciler”, uyacakları kuralları imzalamış, sonra da savaşta yaşananları Pentagon’un ambalajladığı biçimde yazmışlardı!
Davet gazeteciliği ile ilgili görüşlerimi, Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nden bir hatırlatma ile noktalayayım:
“Gazeteci, mesleğini, reklamcılıkla, halkla ilişkilerle veya propagandacılıkla karıştıramaz. İlan-reklam kaynaklarından herhangi bir telkin, tavsiye alamaz, maddi çıkar sağlayamaz.”
Bu genel ilkeye ek olarak, davet gazeteciliği ile ilgili yeni kurallar, yeni sınırlandırmalar yapmanın zamanı geldi galiba. Okura doğru ve eksiksiz bilgi verme görevinin aksamaması için bu zorunlu.
Medyanın barış dili sınavı
MEDYANIN son günlerdeki sınav konusu, BDP çizgisinin bağımsız milletvekili adaylarından Aysel Tuğluk’un sözleriydi. Tuğluk’un sözlerinin veriliş biçimi, “barış gazeteciliği” açısından bir turnusol kağıdı işlevi gördü. Maalesef kimi medya kuruluşlarında “Tehdit dolu sözler” gibi kışkırtıcı başlıklar kullanıldı.
Hürriyet’in başlığı ise böyle bir yaklaşım içermiyordu; haber de hiçbir yorum yapılmadan sunuluyordu okurların değerlendirmesine. 6 Mayıs’ta yayımlanan haberde, Tuğluk’un sözleri olduğu gibi verilmişti. “Tehdit” başlığını Hürriyet’in internet sitesinde görüp, televizyonlardan da duyduğum için Tuğluk’un sözlerini merakla okudum. Acaba ne söylemiş de birilerini tehdit etmişti:
“Yine keskin bir dönemeçteyiz. Dilim varmıyor ancak kötü şeyler olacak demek durumundayım. Araf halindeyiz. Cennet olsa birlikte yaşayacağız, cehennem olsa birlikte yanacağız. Kürtler hükmünü vermiştir, çözüm AKP’ye rağmen gelişecektir. Kürtlerin bu anlamda sabrı da kalmamıştır, tahammülü de.”
Bu sözleri önyargısız bir bakışla okuyan herkes, bir tehdit içermediğini anlayacaktır. Tuğluk, sadece duruma ilişkin tespitler yapıyor, işin kötü noktalara gideceği konusunda uyarıda bulunuyor. Üstelik bu uyarıyı yaparken de “dilim varmıyor ama...” diyerek, gelişecek bu kötü durumdan kaygı duyduğunu da vurguluyor.
Hal böyle iken, nasıl olur da medyanın bir bölümü, Aysel Tuğluk’u “tehdit eden bir Kürt siyasetçisi” olarak göstermeyi yeğler? Bilmezler mi ki, haberin “tehdit” başlıklarıyla verilmesi, Türk milliyetçiliğini kışkırtacak, kutuplaşmayı, şiddeti, öfkeyi tetikleyecektir; barışa hizmet etmeyecektir.
Ne yazık ki, bu başlıkları atanların, yaptıkları işin sonuçları üzerinde uzun boylu düşündüklerini de sanmıyorum. Çünkü bu, Türkiye’de medyanın iliklerine kadar işlemiş, özellikle 1990’larda zirveye çıkmış bir gazetecilik tarzı. O yıllarda Güneydoğu’da kan gövdeyi götürürken gazetelerin büyük çoğunluğu, savaşın bir tarafında yer almıştı. Savaşın, gazeteciliğe yakışmayan o kirli dili hakimdi medyaya. Ne barış dili kullanılıyor, ne de olan biten cesaretle sorgulanıyordu.
Yıllar içinde çok şey değişti, yeni bir aşamaya gelindi o savaşta. Devletin, Silahlı Kuvvetler’in, politikacıların ve tabii gazetecilerin bakışı da yenilendi. Bu yeni dönemde “barış dili” girdi medyanın haberlerine. Ama zaman zaman işte Tuğluk haberlerinde olduğu gibi yine o kışkırtıcı dilin sızdığı oluyor gazete sayfalarına. İnsan belleğindeki yanlışlar öyle kolay temizlenmiyor; evi badana boya yapar gibi bir defada silip atamıyorsunuz geçmişin kirlerini...
Okurdan kısa kısa
Kartal Barlug: 3 Mayıs’ta Hürriyet’in spor sayfasında, “Real İstedi ama Valencia’ya gidiyor” başlığıyla B. Dortmund’un yıldız oyuncusu Nuri Şahin’in Valencia’ya “Evet” dediği belirtildi. 10 Mayıs’ta ise bu haber hiç yayınlanmamış gibi “İlklerin adamı Madrid’de” denilerek Şahin’in, Real Madrid ile anlaştığı yazıldı. Bari ilk haberi o kadar kesin hükümlerle yazmasaydınız.
Necati Berker: Yazım kurallarına dikkat edilmesi gerek. Mail sözcüğünü geçen gün büyük harflerle başlık yapmıştınız. Mail, İngilizce bir sözlük olduğuna göre, büyük yazıldığında “İ” değil, “I” olması gerekirdi.
Hakverdi Turhal: Hürriyet’in Almanya’da okurlara her hafta dağıttığı Lezzet ilavesinde “Denizli Mantısı”nın tarifi vardı. Çok güzel de krep için lazım olan malzemeler belirtilmiş. Krep de neyin nesi? Olsa olsa bunun adı “akıtma”dır, belki de yufka ile hazırlanıyordur. Ayrıca 11. sayfadaki Denizli Yemek Kültürü yazısında “patlıcan yemek çeşitleri çoktur” yazılmış ama patlıcan ile ilgili bir tek tarif bile yok. Bir de kullanılan fotoğrafın Denizli’nin neresi olduğunu merak ettim. Yaz tatilinde oraya gitmek istiyorum.