Güncelleme Tarihi:
“O yaştaki çocukların adını, sanını, hatta fotoğrafını vererek deşifre ettiniz. Polis gözüyle tek taraflı bir haber yapmışsınız. Murat Karayılan’ın sözlerini çürütmeye çalışırken o çocukları deşifre etmek onlara haksızlık olmamış mı?”
Bu eleştiriyi haberde imzası bulunan Gülden Aydın’a sordum. “Çocukları deşifre ettiği” iddiasını reddetti ve şu yanıtı verdi:
“Ailesi konuşan iki çocuğun dışındaki 13 çocuğun sadece adlarını yazdım. Soyadlarını, adres ve okullarını özellikle yazmadım. Dolayısıyla deşifre etmem söz konusu değil. Fotoğraflarda dağdaki çocuğun dışında kalanların hepsinin gözleri bantlanmıştı. Dağa çıkan iki çocuğun adları, fotoğrafları, konuştuğum aile üyelerinin de adları yer almasaydı haber inandırıcı olmazdı.
Haberi ‘polis gözüyle’ yaptığım iddiası da asılsız. Okur, ‘Karayılan’ın sözlerini çürütmeye çalışırken’ cümlesinde pek cesur davranmıyor. İtiraz etse de PKK’nın çocukları kullandığı gerçeğinden kaçamıyoruz. Ben de bu somut gerçeği anlattım sadece. Kayıp çocuk listesini nereden bulacaktım? İki adres vardı: PKK dağ kadrosu ve Çocuk Polisi. İkinci adresten almam, haberi ‘polis gözüyle yazdığım’ anlamına mı gelir? Ya konuştuğum kayıp çocuk aileleri? Onlar da mı polisin gözüyle bakıyor?”
Batman Mazlum-Der’in elektronik iletisinde de benzer eleştiriler yöneltilirken, “Beşir ve Muzaffer Oran’ın Hürriyet ile konuşmadıkları ama buna rağmen haberde bazı sözlerin onlara aitmiş gibi verildiği” şikâyeti aldıkları aktarılıyordu. Gülden Aydın ise dağa çıktığı öne sürülen çocuğun abisi Muzaffer Oran ile telefonla konuştuğunu ve habere onun sözlerini yazdığını, çocuğun babası Beşir Oran ile görüşmediği yanıtını verdi.
Gülden Aydın, asıl olarak “Ailelerin kayıp başvurusu yapan ve dağa çıkan çocuklardan, ailesine ulaşabildiğim ikisinin ad, soyadı ve okullarını yazmam etiğe aykırı mı?” sorusunun tartışılması gerektiğini savundu.
Okur Temsilcisi olarak ben de haberde asıl tartışılması gereken noktanın bu olduğunu düşünüyorum. Zira haberin konuya yaklaşımı tamamen editoryal bir tercih. O nedenle o konuda değerlendirme yapmayacağım. Haberin kaynakları ile ilgili olarak da Gülden Aydın’ın yaptığı açıklama durumu aydınlatması bakımından yeterli.
Çocukların çoğunun soyadlarının verilmemesi ve fotoğraflarda da gözlerinin bantlanması bu konudaki özenin göstergesi. Geriye kalıyor, “dağa çıktıkları” bilgisine ulaşılan iki çocuğun adları, okulları ve fotoğraflarının yayımlanması.
Doğrusu, bu iki çocuğun da kimlik bilgilerinin verilmemesi gerekirdi. Neden? Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde “Çocuklarla ilgili suçlarda ve cinsel saldırılarda sanık, tanık ya da mağdur (maktul) olsun, 18 yaşından küçüklerin açık isimleri ve fotoğrafları yayınlanmamalıdır” deniyor. Basın Kanunu da “18 yaşından küçük suç faili veya mağdurların kimliklerinin açıklanmamasını” öngörüyor. İlkeler ve kanun bu konuda net.
Bazı durumlarda bu ilkeleri yok sayamayız. O çocukların dağa kaçtığı bilgisi –zayıf bir ihtimal bile olsa- yanlış olabilir. Doğru olsa da örneğin o çocuklar bir süre sonra geri dönmek isteseler, gazetede isimlerinin yayımlanmış olması engel oluşturabilir. Malum “pişmanlık yasası” bile dağda eyleme karışmayanlara dönüş yolunu açık tutuyordu. Kaldı ki bu çocukları peşinen suçlu ilan edemeyiz.
Ayrıca ailenin diğer fertlerinin –bazıları gazeteciye konuşmuş olsa da- bu haber nedeniyle yaşayacakları sorunları göz ardı etmemekte yarar vardı.
Düzeltme ve savunma arasındaki fark
SABAH gazetesi yöneticilerinin yerine yanıt vermeye hevesli ne çok internet sitesi varmış. Geçen hafta bu köşede yazdığım “Komşu o habere de güldü mü” başlıklı yazıya kimi internet siteleri tez elden yanıt yetiştirdi.
Bir kere Sabah gazetesine “çakma”ya çalışmıyorum, saldırmıyorum da. Sadece eleştiriyorum, çünkü yanlışların konuşulmasını önemsiyorum. Öyle olmasa, Hürriyet’teki yanlışların üzerini örtmeye çalışırdım. Kaldı ki, o yazıda kendi gazetemin Yunan bakanların adını karıştırdığını, hatalı olduğunu yazdım.
Peki işin diğer yanını görmezden mi gelseydim? Sabah’ın 19 Şubat’taki “Komşu yalvardı vanayı açtık” manşeti sorunluydu. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın konuşma metnine de baktım, “Yalvardı” dememişti. Sabah, bakanın sözlerini deforme ederek, Yunanistan’ı ve Yunan bakanı küçük düşürmüştü. “Rica” ve “yalvarmak” arasındaki fark kadar büyük bir uçurum vardı Sabah’ın manşetiyle gerçekler arasında. Maalesef Hürriyet’in hatasını haber yapan Sabah, kendisine aynı şekilde eleştirel davranamadı. Bazı internet siteleri gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak’ın o manşetle ilgili yazısını hatırlatarak, eleştirime kalkan olmaya kalktılar. O yazıdan geçen hafta söz etmemem bir eksiklik olabilir ama Şafak, düzeltme yapmamıştı ki o yazıda:
“Sabah’ın dünkü manşeti ‘Komşu yalvardı, vanaları açtık’a birkaç okurumuzdan tepki, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’dan da eleştiri geldi.”
Hatayı kabul edip özür dilemek yerine savunmuştu. “O manşeti atarken Yunanistan’ı, Yunan halkını rencide etmek asla aklımın ucundan geçmedi.” İyi de sorun haberin amacı değil ki! Bakan manşeti eleştirmiş de ne demiş? Sözleri çarpıtılmış mı çarpıtılmamış mı? Yanıtlanması gereken sorular bunlardı aslında.
Hocalı mitinginde nefret söylemi
HOCALI katliamının 20. yıldönümü nedeniyle Taksim’de düzenlenen protesto mitinginde atılan nefret ve ırkçılık dolu sloganlarda gazetelerin büyük bölümü haber değeri görmedi. Hürriyet, Sabah, Habertürk, Milliyet, Sözcü, Akşam, Star, Bugün, Cumhuriyet, Yurt, Yeni Şafak, Vatan ve Akit’in haberlerinde bu sloganlardan hiç söz edilmedi.
Zaman’ın haberinde “Irkçı ve hakaret içerikli slogan atanların tepki gördüğü” biçiminde bir cümleye yer verilmişti. Aydınlık, sloganları haberin içinde aktarıyordu. Radikal ve Birgün’de ise bu sloganlar, miting haberlerinin başlığına taşınmıştı. Olayı en geniş veren gazete Taraf’tı. Ermenilere hakaret içerikli sloganlar, “mitingin ırkçı bir protesto gösterisine döndüğü” eleştirisiyle manşetten duyuruluyordu.
Gerçekten editoryal açıdan çözümü zor bir ikilem sözkonusu. Bir yandan bu sloganların topluma yayılmasına, etki alanının genişlemesine yardımcı olmamak gerek. Ama öbür yandan da gazetecilerin böyle tehlikeli bir gelişmeyi gizlememek ve gerçekleri duyurmak, toplumu uyarmak gibi bir görevi var. Medya Etiği Platformu’nun açıklamasında da konunun ne denli hassas olduğu vurgulanıyor; “Nefret söylemi taşıyan ifadelerin yayımlanması gerekiyor mu?” sorusuna yanıt aranıyordu:
“Medya kuruluşları nefret söylemini veya ayrımcı görüntüleri yayınlarken azami dikkat göstermelidir. Bu son derece hassas bir meseledir: Bir yandan olayları aktarmak gazetecilerin görevidir. Gazeteciler, saldırgan görüşleri aktarma görevlerine bağlı kalmayı sürdürürken zararı asgariye indirebilecek seçenekler bulmalıdır. Takipçilerine, büyük resmi anlamalarını sağlayacak bilgiyi vermelidirler. Diğer bir deyişle, kamuoyuna bağlamı da sunmak sorumluluğumuz vardır.”
Bu yaklaşıma katılmamak elde değil. Gerçekten de doğru olan, hem olayı duyurmak, hem de “zararı asgariye indirecek” üslup kullanmak. Yani haberin bu unsurlarını hiç vermemek ya da çok büyütmek yerine özenli ve eleştirel bir üslupla, olayı tüm yönleriyle analiz eden bir haber olarak verilebilirdi o slogan ve pankartlar. Böylece hem nefret söyleminin yayılmasına katkıda bulunulmamış, hem de okuyucu bilgilendirilmiş olurdu.
“Hepiniz Ermeni, hepiniz piçsiniz” pankartı taşınması, “Hepimiz Ogün Samast’ız”, “Bozkurtlar burada, Hrant’lar nerede?” sloganları atılması çok vahim bir gelişme çünkü. Nefret suçları yasası için yürütülen kampanyanın ne denli haklı olduğunu da kanıtlıyor.