Bombalar ve rastlantılar

14 Ekim 2002'de Bali'nin eğlence merkezi, El Kaide bombalarıyla cehenneme dönmüştü.

Geçen akşam National Geographic'te bu saldırı üzerine inanılmaz bir belgesel izledim.

Bir intihar bombacısı ve patlayıcı yüklü minibüsle peş peşe gerçekleştirilen saldırılar, iki görgü tanığının gözünden anlatıldı.

Gwyneth Paltrow'un oynadığı Sliding Doors (Rastlantının Böylesi) filminde, metroda son saniyede kapanan kapıyla kaçan trenin bir kadının hayatını nasıl değiştirdiği anlatılır.

Treni kaçıran kadınla, kaçırmayan kadının hayatları karşılaştırmalı verilir...

Bali bombalaması da bu mantıkla kurulmuştu.

Mekanda durulan yer, evden çıkış saati, son bir şarkı dinleme isteği gibi son derece anlık kararların insanların hayatını nasıl etkilediği bu kadar mı çarpıcı anlatılır...

Bunun dışında polislerin haftalar süren araştırmaları, simulasyonla anlatılan patlama anı ortaya soluksuz izlenen bir belgesel çıkarmış.

Bu ilk değil, daha önce de Discovery Channel Madrid saldırıları üzerine benzer bir belgesel yapmıştı.

11 Eylül üzerine kaç belgesel izledim hatırlamıyorum. 11 Eylül üzerine 11 yönetmenin çektiği filmi daha önce yazmıştım.

Son olarak konuyla ilgili 102 Dakika: İkiz Kulelerde Verilen Savaşın Perde Arkası adlı kitabı okudum ki, 102 dakikada çöken Dünya Ticaret Merkezi'nde yaşanan trajedileri çok çarpıcı anlatıyor.

Konuyu nereye getireceğimi anlamışsınızdır...

Bizde de benzer saldırılar oldu değil mi?

HSBC, İngiliz Konsolosluğu...

Bali'deki, Madrid'deki patlamaları, İkiz Kuleler'de yaşananları, burnumun dibindeki saldırılardan daha iyi bilmem ne acı değil mi?..

Ekşi'nin ardından

Ekşi Sözlük dergisinin ilk sayısı piyasa çıktığında 16 Eylül'de, "Ekşi'ciler Selahattin Duman'ı transfer etsin" diye bir yazı yazmıştım.

Çünkü yaptıkları mizah iyi değildi.

"Ekşi'nin sanal hali ne kadar fırlamaysa yazılı hali o kadar durağan, internette ne kadar eğlenceliyse dergide o kadar sıkıcı" demiştim.

Ekşi içinde bana kızan yazarlar da çıktı, "Bu adam doğruyu söylüyor, kendimizi toplayalım" diyen de...

Akşam'da Mansur Forutan da Ekşi'yi eleştirdim diye beni eleştirdi.

Mansur, Ekşi'yi çok başarılı bulmuş hatta "Mevcut dergi tıkanıklığına çözüm" olarak görmüştü.

O günden sonra Ekşi'nin iki üç sayısına daha baktım, ilk günkü fikrim değişmedi.

Derginin umutla düzeleceğini bekledim olmadı, sonra da almayı bıraktım.

İlk sayısı 11 bin satan dergi, ikinci-üçüncü sayıdan itibaren 6'binlere, sonra da 4'binlere düştü...

Anlaşılan Ekşi Sözlük'ün kendi yazarları bile almamış dergiyi.

Sonuç olarak 1 liraya satılan bir dergi için düşük satış rakamlarıydı ve 11'inci sayıda Ekşi Sözlük'ün yayınına son verildi.

"Benim dediğim çıktı" diyerek zil takıp oynayacak halimiz yok. Her kapanan yayın organı sektörün küçülmesi demek.

Keşke Ekşi de çok satan, güçlü bir dergi olsaydı.

Ama Ekşi'ciler çok önemli bir fırsatı kaçırdılar. İyi bir dalganın üzerinde bırakın kötü sörf yapmayı, board'un üzerine bile çıkamadılar...

Keloğlan ve Kahpe Bizans benzerliği

Dün Babam ve Oğlum'dan söz ederken, "Birbirinin kopyası Türk filmlerinin" piyasayı sardığını söylemiştim.

Korkarım bunun son örneği Keloğlan Kara Prens'e Karşı olacak.

Tanıtımlarından gördüğümüz kadarıyla Keloğlan, Kahpe Bizans'ın aynısı...

Görünen o ki, 1999'daki tarihi dekorlar içindeki Mehmet Ali Erbil'den bir farkı yok Keloğlan'daki M. Ali'nin.

Ha yedi yıl önceki İmparator İlletyus, ha bugünkü Keloğlan.

Özcan Deniz'e "Yırtmaç yakışmış ama bacaklara ağda lazım" demesi, oyunculuğun da çok farklı olmayacağını gösteriyor bize...

"Daha filmi izlemeden eleştiriyor" demeyin, ilk izlenimden bahsediyorum.

Fragmanlar da ilk izlenim için önemlidir ve daha da kötüsü bu fragmana seyirci tebessüm bile etmiyor.

Picasso sergisine kazaksız gitmeyin

Sakıp Sabancı Müzesi'nde 26 Mart'a kadar açık olacak Picasso sergisine İstanbullular büyük ilgi gösteriyor.

Sergiye gitmeyi planlıyorsanız mutlaka yanınıza kazak alın.

Çünkü müzeye girerken cep telefonları, fotoğraf makineleri ve elinizdeki poşetlerle birlikte üzerinizdeki palto ve kabanları da emanete teslim etmek zorundasınız.

Serginin İstanbul'a getirilmesi için Fransa'yla yapılan güvenlik anlaşmasında ziyaretçilerin müzeye böyle alınması şart koşulmuş.

Ne var ki paltolarını girişe bırakan ziyaretçileri içerde bir sürpriz bekliyor.

Eserler sıcaktan etkilenmesin diye sabit bir ısıda tutulan müze insanı üşütecek kadar serin.

Gömlek ve tişörtle gelenler Picasso sergisini 'takırdayarak' geziyor, haberiniz olsun.

(Galerinin içindeki nem oranı bile sürekli Fransa'ya rapor ediliyormuş, bu nedenle her seferinde sınırlı sayıda ziyaretçi müzeye alınabiliyor).

Sadece Akmerkez değil

Dün Emre Aköz, Akmerkez otoparkının şahıslar tarafından parsellendiğini müşterilerin de yer bulamadığını yazdı.

Bunu yapan sadece Akmerkez değil.

Metro City'de de kısa bir süre önce Valet Parking uygulaması başladı.

Arabanızı Metro City önünde bırakıyorsunuz, görevliler otoparka götürüyor.

Ne var ki bu uygulama için otoparkta onlarca yer Valet Parking'e ayrılmış durumda.

Peki arabasını Valet Parking'e vermeyenler ne olacak?

Otoparkta boş yer bulduğunuzu sanıyorsunuz karşınıza Valet Parking tabelası çıkıyor.

Oysa şehrin en kullanışlı otoparkına sahip alışveriş merkeziydi Metro City.

Valet Parking uygulamasından sonra çileden çıktı.
Yazarın Tüm Yazıları