Bir düğünün anatomisi

Oğlum Sarp’ın düğün partisi bir anda düğün törenine dönüşüverdi. Düğün töreni denilen şeyin, olumsuz çağrışımlarını tersine çeviren tılsım gelinle damadın elindeymiş meğer. Gençler eğlenmeyi biliyormuş ve istenirse törenle şölen bir arada yapılabiliyormuş

Çarşaf çarşaf teşekkür ilanları çıkar ya bazen gazetelerde. Hani sevilen biri sağlığına kavuştuğunda, tedavisinde emeği geçen doktorlardan bakımını yapan hemşirelere kadar ailenin yanında olanların tek tek adları yazılıp kısa bir cümleyle minnettarlık belirtilir ya... Bu tür ilanların sadece hastalıkta değil sağlıkta da elinizden tutup hayatınızı kolaylaştıran herkes için verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Onlar olmasıydı ne yapar, nasıl içinden çıkardım?
‘Onlar’ın listesi uzun...
Ama durun, anlatmaya baştan başlayayım...
Mayıs sonuydu sanırım, kaynana olacağımı öğrendiğimde. Bir geceyarısı, televizyonun karşısında uykuyla uyanıklık arası gidip gelirken telefon çaldı. Ve Sarp dünyanın en doğal haberini verircesine, “biz evleniyoruz” dedi. Öğle yemeğini birlikte yemiştik oysa, her zaman yaptığımız gibi daldan dala atlayarak sohbet etmiş, biraz işten biraz güçten konuşmuş, “görüşürüz” deyip ayrılmıştık.
Defnoş ile tanışmalarının ilk yıldönümü olduğu için ona nasıl bir hediye alacağını düşüne taşına ayrılmıştı yanımdan. Evlilik konusunda tek kelime etmemiş, küçücük bir imada bile bulunmamıştı.
Haberi duyduğumda, “çok sevindim” diyen sesimin duygusuz çıktığını söyledi sonraları. Biraz da başıma kaka kaka.
Oysa mıh gibi aklımda: Gözüme yaş yürümüş, turnayı gözünden vurdu bizim oğlan diye düşünmüştüm.
Ertesi sabah ettiği, “düğün istemiyoruz” cümlesiyle, düğün lafı hayatımıza girdi aslında.
Ama o sırada hiçbirimiz oraya gelene kadar, köprülerin altından hangi suların akacağını bilmiyorduk, ne yalan.
Yurtdışında evlenmek istiyorlardı, çekirdek aile, bir-iki yakın arkadaş, o kadar. Barselona mı olsun Roma mı, bilemiyorlardı. Evlenip döndükten sonra burada arkadaşları için koca bir parti verecek, aile büyükleri için de bir yemek düzenleyeceklerdi. Kararları buydu. İyi, güzel...

DÜNİRE OLMAYA BAYILDIM

İki genç evlilik kararı almaya görsün, insanın diline yeni kelimeler yerleşiyor. Kimi sevmez kullanmaz, kimi benim gibi bayılır. Bunlardan biri de ‘dünür’. Nilo ile Polat’ı dünürlerim, Defne’yi gelinim diye tanıştırmaya bayılıyorum örneğin. Hatta Nilo ‘dünirem’ diye bir kelime icat etti, karşılıklı dünireleşiyoruz zaman zaman.
İşte o sabah da düniremi arayıp biraz ağlaştıktan sonra, telefonun başına oturdum ve bütün yakınlarımı bir bir arayıp haberi verdim. Öyle Allah tamamına erdirsin diyecekleri değil, duyduğu anda ağlamaya başlayacakları: Tansu’yu, Ert’i, Aydın’ı, Canan’ı... Sonra da, madem yurtdışında evlenecekler, bu işin prosedürü ne ola ki, diye Sümbül’ü. Hazır sefire, el verir diye.
O gün hay huyla geçtikten sonra, hayat normal seyrine girdi. Biz bir süre sonra Sarp’la çekimler için uzaklara gittik ve sanki kolaymış, elini sallasan ellisi varmış gibi Defne’yi parti mekanı bulması için arkamızda bırakıp kaderine terk ettik...
Bugüne kadar, ister yaz ister kış yapılsın, adına ister düğün ister parti densin, böylesi şölenlerin neden hep aynı mekanlarda yapıldığını çözemez, bunu bir fiyaka gösterisi olarak algılardım.
Değilmiş. Beykoz Çayırı da dahil olmak üzere, belirli sayıda insanı ağırlayabilecek mekan sayısı meğer iki elin parmaklarını geçmezmiş.
Japonya dönüşü, Alman ekolünden geldiği için kafası benim gibi dağınık değil, sistematik çalışan gelinimi, kiminin yanına çarpı kiminin yanına eksi işareti attığı uzun bir listeye bakıp, kara kara düşünürken buldum. Anlaşılan, alternatif mekanlar, kırlar ve çayırlar da dahil, koca bir ön hazırlık süresiyle koca bir bütçe gerektiriyordu.
Bilinen ünlü yerlerin hemen hepsi de handiyse bir yıllığına dolu. Yanına çarpı işareti konmuş olanların da başka mahsurları vardı. Küçüktü, uzaktı, sevimsizdi... Yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal durumu yani.
Kısaca biz yedi düvel gezerken, Defne boş oturmamış, kampus kahvelerinden, gökdelen teraslarına, eski evlerin avlularından, şehir hatları vapurlarına kadar bakmadık, gitmedik, konuşmadık yer bırakmamıştı ama gene de gönlünü çelen bir yer bulamamıştı.

NİHAYET FRANSIZ BAHÇELERİ

Fransız Bahçeleri mi? Tarabya’daki Fransız Konsolosluğu’nun arkasındaki koru mu yani?
Listesindeki mekanları tek tek eledikten sonra, sesine sinen şakraklıkla bahçelerin güzelliğinden dem vurmaya başladığında kaşlarımı soru işareti gibi kaldırıp kaldırmadığımı bilmiyorum ama aklımdan ‘Biz kiiimmm’ diye başlayan bir cümlenin geçtiğini dün gibi hatırlıyorum.
Bundan on yıl kadar önce o koruda yapılan bir düğüne gitmiştim çünkü. Ünlü bir işadamının oğlunun düğünüydü ve mekan Fransızlar’dan özel izinle kiralanmış, aydınlatmasından ses düzenine, geçici mutfaktan ara yollara kadar her şey o gece için yaptırılmıştı. Defne anlatmaya devam ederken, içimden yüzlerce madde sıraladığım koca bir liste yapmaya başladığımı ve daha yarısına gelmeden sırtımdan ter boşandığını da hatırlıyorum.
Bırak gençler istedikleri yerde parti versinler, sen karışma diye kendimi avutmaya çalıştığımı da. Ertesi gün, Fransa’ya gitmek için Banu Birkan ile uçakta yan yana otururken, dişi ağrıyanın dişinin ağrıdığını söylemesi gibi, lafı dönüp dolaştırmadan Fransız Bahçeleri’ne getirdiğimi de unutmuş değilim.
Banu’nun kaygılarıma katılıp, olmaz öyle şey diye kestirip atacağından o kadar emindim ki, “Harika olur istersen, ben Elçin’le konuşurum” dediğini duymadım bile. Elçin kim, ne konuşulacak, en ufak fikrim olmamasına rağmen, Banu’ya teşekkür ettim. O yolculukta bir daha bu konuyu açmadık.

GENÇLER EĞLENMEYİ BİLİYOR

Ben döndüm. Sonra Banu döndü. Sonra hep birlikte Fransız Bahçeleri’ne gidildi. Gerisi çorap söküğü... Ne zaman parti yerini düğün lafına bıraktı, tam çıkaramıyorum.
Bahçeleri gördükten sonra mı, gelinlik provalarında mı, çocuklar davetli listelerini hazırlarken mi, yurtdışında yapılacak törene katılmak isteyenlerin sayısını gördüklerinde mi, kimseyi kırmak istemediklerinden mi, iki ayrı organizasyon yapmanın zorluğunu keşfettiklerinden mi, bilmem.
Ama benim için işin rengi değişti.
Değişti çünkü: Düğün doğası gereği şölenden çok tören demek. Tören, uyulması gereken kurallar demek. Kural, resmiyet demek. Resmiyet, eğlenememek demek. Eğlenememek, sıkılmak demek. Sıkılmak, daveti verenin de davete katılanın da bir an önce bitse de, evimize dönsek diye düşünmesi demek. Pastanın bile kesilmesini beklemeden tebrik edip tüymek demek.
Aylarca uğraşıp kimseye yaranamamak demek. Parayı havaya atmak demek. Çocuklardan çok ebeveynlerin boy gösterisi demek...
Diye düşündüm çünkü...
Yanılmışım!
Bütün bunları ters çeviren tılsımın gelinle damadın elinde olduğunu atlamışım.
Devrin değiştiğini, gençlerin eğlenmeyi bildiğini, istenirse törenle şölenin bir araya gelebileceği gerçeğini ıskalamışım.
Evet bunları ıskalamışım ıskalamasına da, esası kaçırmamışım: Düğün denen olgunun yüzlerce ayrıntıdan ibaret olduğunu. Şeytanın ayrıntıda gizli olduğunu. Başarılı bir düğün isteniyorsa eğer, şeytana pabucunu ters giydirenlere baş vurmak gerektiğini. Profesyonellere çalışmanın elzemliğini...
Kaçırmamışım.
Onlar da haftaya.
Bilinsin diye. Teşekkür ilanı niyetine.
Yazarın Tüm Yazıları