Güncelleme Tarihi:
Ramazan Bayramı’nda, cuma günü izin almayı başaranlar altı gün tatil yapacak. İzninizi yurtdışında değerlendirmeyi düşünüyorsanız, eylül başında en güzel günlerini yaşayan, dört saati aşmayan uçak yolculuğuyla ulaşıp, altı günde keşfedebileceğiniz pek çok şehir var. Hürriyet Seyahat’in yazarları Mehmet Yaşin ve Saffet Emre Tonguç sizin için seçti.
MEHMET YAŞİN:
Eylülde İsviçre gölleri
TRENLE BAĞLAR ARASINDA
Manzara, insanı bir başka boyuta taşıyacak kadar etkileyiciydi. Zaten Yahya Kemal Beyatlı da “Siste Söyleniş” şiirinde, İstanbul’un güzelliğini anlatabilmek için bu gölleri örnek vermemiş miydi: “Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri / Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri”
Sabahın erkeninde Montrö iskelesinden küçük bir vapura bindim. Vapurun yanından beyaz kuğular süzülüyordu. Dağların görüntüsü durgun suya yansımıştı. İçimden bu durgun suyu öpmek, okşamak geçiyordu. Nereye baksam başka bir kartpostal görüyordum. Ne şanslı insanlardı bu İsviçreliler.
Vevey sırtlarındaki bağların yaprakları sararmaya başlamıştı. İskelenin önünde bekleyen “Şarap Treni”ne binip, bağların arasından döne döne tepeye, Chexbres’ye tırmandım. Sonra Lavaux bağlarında hasattan arda kalan üzümlerin tadına tadına baka baka, asfalt patikaların arasında dolaşmaya başladım. Tepeden bakınca, göl, üstündeki yelkenliler, bulutlar, martılar, kuğular, köylerin kırmızı damlı evleri daha da hoş görünüyordu.
Yemek için gittiğim lokantada, göle hakim bir masaya oturdum. Mönüye bakmadım bile. İsviçre’nin ünlü peynirlerinden (taze ve yıllanmış) birkaç çeşit ve yine biraz salam, pastırma, sosisten oluşan bir şarküteri tabağı söyledim. Aslında zengin İsviçre’nin fakir bir mutfağı vardı. Evlerde ve restoranların çoğunda ana yemeği, eritilmiş peynirle ekmek oluşturuyordu.
Yemekten sonra bir otobüse binip, yarı uykulu gözlerle etrafı seyrederek Montrö’ye döndüm. Bu kent İsviçre’de sevdiğim yerlerin baş köşesinde yer alıyordu. Sahil boyu sıralanmış otelleri, pencerelerinden rengarenk sakız sardunyası sarkan evleri, kıyıdaki küçük parkı, tepelerdeki şaleleri her türlü düşe açıktı.
DAĞIN TEPESİNDE
Bankta göle karşı dalıp gitmiştim. Daha sonra bir otobüse binip tepelere doğru yol aldım. Ormanların arasından geçip giden yol bir saat kadar sürdü. Dağların ortasında, 1550 metre yükseklikteki Villar-sur-Orion kentindeydim. Otelde odamın penceresinden görünen manzara muhteşemdi. Aşağıdaki köye sis inmişti. Biraz ileride Alplerin en yüksek zirvesi Mont Blanc, tüm heybetiyle çevresindeki dağlara tepeden bakıyordu. Orada kaldığım üç gün boyunca nefesimin yettiği kadar dağlara tırmandım, ormanların arasındaki patikalarda yürüdüm, serin ve temiz hava ile ciğerlerimi dinlendirdim. Dönüş yolunda kendimi yenilenmiş hissediyordum.