Ahmet KÜLAHÇI / Fotoğraf: dpa
Oluşturulma Tarihi: Haziran 23, 2021 09:31
Bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da genel seçimler öncesi Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliği hep gündeme gelir. Daha doğrusu bazı partiler tarafından gündeme getirilir. Bunlar arasında Hıristiyan Demokrat/Hıristiyan Sosyal Birlik Partileri (CDU/CSU) genelde hep ilk sıralarda yer alır. Hedef Türkiye’nin sırtından oy avcılığı.
NİTEKİM 26 Eylül’de yapılacak genel seçimler öncesi de yine öyle oldu.
CDU/CSU’nun hafta başında ilan ettiği ‘
seçim programı’nın, ‘Türkiye ile ilişkiler yeniden düzenlenmeli’ başlıklı bölümünde şu satırlara yer verildi;
“Yeni alınacak üyelerle AB’nin iç birlikteliği zayıflatılmamalı. Türkiye’nin
Almanya ve AB için stratejik ve ekonomik olarak çok önemi vardır. Ayrıca ülkelerimiz insanların ilişkileri nedeniyle birbirine sıkıca bağlıdır. Bu nedenle biz, Türkiye ile sıkı iş birliği yapmak ve açık bir biçimde yapıcı ama eleştirel diyaloğu sürdürmek istiyoruz. Biz, Almanya’nın Türkiye’deki sivil toplumu güçlendirmesini ve karşılıklı ilişkileri geliştirmesini istiyoruz.”
Aynı bölümde, “Ama biz, Türkiye’nin demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarına saygı gibi AB’ye üyelik kriterlerinden uzaklaştığını gözlemliyoruz. Türkiye’yle ilişkililerimizin yeni perspektiflere ihtiyacı var. Bizim iktidarımızda Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği mümkün olamayacaktır. Onun yerine Türkiye ile daha sıkı ortaklık üzerinde uzlaşacağız” denildi.
*
Aslında bu CDU/CSU için hiç de yeni bir yaklaşım biçimi değildir.
CDU/CSU yıllardır Türkiye’nin AB’de tam üye olarak yerini almasına karşıdır.
Nitekim ilk kez 2004 yılında CDU/CSU, tam üyelik yerine Türkiye’ye ‘İmtiyazlı Ortaklık’ verilmesini gündeme getirdi.
Tabii böyle bir öneri dönemin Sosyal Demokrat Parti’li (SPD) Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’i küplere bindirdi.
Türkiye’nin AB’de tam üye olarak yerini alması için yoğun destek veren Schröder, “Nasıl birazcık hamile olunmazsa, birazcık üyelik de olmaz” diyerek sert tepki gösterdi.
10-11 Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde adaylık statüsü verilen Türkiye ile AB arasında tam üyelik müzakereleri 3 Ekim 2005’te başladı.
Aynı yıl Schröder’in yerine koltuğa oturan CDU Lideri Angela Merkel, sorumluluğu üstlenince bir daha ‘İmtiyazlı Ortaklık’ söylemini kullanmadı ve “Türkiye ile AB arasındaki müzakereler ucu açık sürdürülecektir” demekle yetindi.
Ancak CDU/CSU aynı taktiği 2009 yılındaki genel seçimler döneminde de uyguladı.
Seçimlerden sonra CDU/CSU ve Hür Demokrat Parti (FDP) arasında sürdürülen koalisyon görüşmelerinde tam bir ‘Türkiye krizi’ yaşandı.
CSU, koalisyon sözleşmesinde Türkiye’nin AB üyeliğine kesinlikle “Hayır” ibaresinin yer almasını istedi.
Ancak FDP buna karşı çıkınca CSU ısrarından vazgeçmek zorunda kaldı ve Türkiye ile müzakerelerin ucu açık olarak sürdürülmesi kararlaştırıldı.
Ama koalisyon sözleşmesine, “Tam üyeliğin kabul edilmemesi halinde” Başbakan Angela Merkel ile Fransa’nın o dönemdeki Devlet Başkanı Nicola Sarkozy’nin desteklediği “Türkiye’ye ‘İmtiyazlı Ortaklık’ verilmesi” önerisi girdi.
*
Son yıllarda ise Almanya’da “Türkiye ile AB arasında sürdürülen müzakereler derhal durdurulmalı” diyen politikacıların da, partilerin de sayısı artmaya başladı.
Sağ popülist Almanya için Alternatif (AfD) baştan beri Türkiye’nin AB’de yerini almasına karşıdır.
Bunun ciddiye alınacak bir yönü yoktur.
Ama Yeşiller’den de, Sol Parti’den de, CDU’dan da, CSU’dan da, FDP’den de, SPD’den de bu yönde ‘çatlak sesler’ yükselmeye başladı.
Ancak böyle düşünen CDU’luların, CSU’luların ve SPD’lilerin unuttuğu bir şey var.
Türkiye ile şu andaki AB’nin anası konumundaki Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) arasında 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Sözleşmesi tam üyelik hedefiyle imzalandı.
O zaman Almanya’nın Başbakanı CDU’lu Konrad Adenauer’di.
Ankara Sözleşmesi’ni AET adına dönemin ilk CDU’lu Komiseri Walter Peter Hallstein imzaladı.
Hallstein, o gün, “Bu ilk adımdır. Bir gün son adım da atılmalı. Türkiye, bu topluluğun tüm haklarına sahip eşit üyesi olmalı” dedi.
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye adaylık statüsü verilmesini ve Türkiye ile müzakerelerin başlamasını içeren belgelerin altında da SPD’li Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’in imzaları vardır.
Kişiler arasındaki ilişkilerde olduğu gibi, devletler arasındaki ilişkilerde de karşılıklı güven ve süreklilik esastır.
Bunu sağduyulu Alman politikacıların da Alman parti yöneticilerinin de bilmemesi mümkün değildir.
Bilmiyorlarsa da hatırlatıp kafalarına sokalım.