Güncelleme Tarihi:
Martin Greve, 26 yıl önce ilk kez Kars'tan giriş yapmış Türkiye'ye. Yaklaşık 1.5 yıldır ise İstanbul'a yaşıyor. Emel Sayın ile Hafız Burhan, Kars ile İstanbul arasındaki farkı görüp, “Bu ne manyak bir ülke. Mutlaka tanımam lazım” diyerek başlamış Türkiye macerası. “Almanya'daki uyum tartışmalarından nefret ediyorum” diyor. Ve akademisyen Türk gençlerinin Almanya'yı terk etmesini buna bağlıyor. Türkiye'nin siyasi ve ekonomik krizlere nasıl dayanabildiğini yıllar sonra öğrenmiş. “İki kelime ayakta tutuyor: Boşver, hallediriz”. Martin Greve, Rotterdam Akademisinde Türk müziği dersleri veriyor. Bir yandan da Berlin Filarmonisi'nde “Alla Turca” konserlerine danışmanlık yapıyor. Martin Greve ile İstanbul'daki yaşamı, Türk müziği ve Almanya'daki yaşam üzerine görüştük.
-Türk müziği ile ilk karşılamanız nasıl oldu?
Türk komşularım sayesinde oldu. Üniversitede okurken kaldığım binadaki bütün komşularım Türk'tü. Ben de o dönemlerde blok flüt çalıyordum. Rönesans müziği falan işte. Komşularımın çocukları da merak ediyordu. Sonra bir gün birine blok flüt hediye ettim. Sonra kardeşi istedi. Sonra bütün çocuklar blok flüt istemeye başladı. Her hafta sonu bit pazarına gidip hepsine blok flüt alıp hediye ediyordum. O çocuklardan biri de bana bunun karşılığında 2 tane Türk kasedi hediye etti. Birisi Küçük Emrah, diğeri de Emel Sayın'ının kasedi. Dinlediğim ilk Türk müziği bunlardı.
-Kaç yıl önceydi?
26 yıl önce. O zamanlar daha küçük Emrah'tı. Şimdi büyüdü tabi..
-Türkiye maceranız ya da Türkiye'yi tanıma hikayeniz nasıl başladı peki?
Bana kaset hediye eden aile 1984'te Türkiye'ye kesin dönüş yaptı. Beni Türkiye'ye davet ettiler ama gelmemi beklemediler. Fakat benim ilk Türkiye seyahatim çok ilginç oldu. İlk önce babamla Sank Petersburg'a gittim. O zamanlar Sovyetler dönemiydi. Oradan trenle Karadeniz'i üst tarafından dolanarak, Bakü, Tiflis üzerinden Türkiye'ye girdim. Türkiye'de ilk gördüğüm tanıdığım şehir Kars oldu. 1984 yılıydı. Şok oldum. “Bu nasıl bir ülke böyle” dedim. Orta Asya'ya benziyordu. Oradan Kayseri'ye, Ankara'ya ve sonra Marmara'ya geçtim. Kültür şoku yaşadım. Çünkü Kars ile Marmara arasında hiçbir benzerlik yoktu. İki ayrı dünya...
-Kars ile Marmara arasındaki kültür şoku ilginizi mi çekti yoksa “Bu ne biçim ülke” mi dediniz?
Bu ülkeyi anlamaya çalıştım. Aynı zamanda o zamanlar Etno-Müzikoloji öğreniyordum. Türkiye'deki sanat müziği üzerine dersler almıştım. Hafız Burhan gibi eski sanat müziği sanatçılarını tanımıştım bu derslerde. Sonra komşulardan aldığım Emel Sayın kasediyle karşılaştırdım. Çünkü Emel Sayın kasedi üzerinde de sanat müziği yazıyordu. İkisi de sanat müziği ama Hafız Burhan ile Emel Sayın arasında hiçbir benzerlik yoktu. O kadar farklı. Kars ile İstanbul, Emel Sayın ile Hafız Burhan. Bu ülke çok manyak dedim kendi kendime. Bu ülkeyi mutlaka tanıyıp, anlamam lazım diye düşündüm.
-Anlayabildiniz mi peki?
Nerdeee... Yok mümkün değil. Türkiye'yi anlamanın imkanı yok. Artık pes ettim. Olduğu gibi kabul etmek lazım. Zaten sürekli değişiyor. Tek bir ülke ama o kadar farklılıklar var ki. Bu müziğe de yansımış. Avrupa'nın hiç bir ülkesinde bu kadar zengin müzik kültürünü bulamazsınız.
-Türkçe'yi nasıl öğrendiniz? Ders aldınız mı?
Yok ders almadım. Tamamen kendi kendime öğrendim. Kitap okuyarak ve Türk arkadaşlarımla sohbet ederek geliştirdim. Ama ilk yıllarda Türkçe konuşmak çok zor geldi.
-Bir de Almanya'daki Türk müziği üzerine çok geniş bir araştırmanız var. O nasıl başladı?
Berlin'de Zitty dergisi benden Berlin'deki Türk müziğini araştırmamı istemişti. O zamanlar Türk müziği Almanya'da hiç bilinmiyordu. 90'lı yıllardı. Araştırmaya başladım. Dergi bunu kapaktan vermişti. Berlin'de çok renkli bir hayat buldum. Sonra dönemin yabancılar sorumlusu Barbara John'a bir kitapçık yapılmasını önerdim ve 1997-99 arası daha kapsamlı araştırdım. Burada kimlik sorunları da ortaya çıktı. Etnik, dinsel ve siyasi bakımdan çok karışıktı. Burası Türkiye'den de karışıktı. Bu kitapçık bittikten sonra Almanya ve İsviçre'de dersler verdim. Volkswagen Vakfı'nın bursuyla tüm Almanya'yı dolaşarak Türk müzisyenler aradım. Yüzlerce CD, kaset satın alıp, yüzlerce Türk müzisyenle röportajlar yaptım. Ve sonra “Almanya'da hayali Türkiye'nin müziğinin izleri” adlı kitabı yayınladım.
-80'li yıllarda Cem Karaca, Almanca şarkılar söylediği “Kanake” grubu kurdu. Örneğin Cem Karaca'nın uyumu eleştiren şarkı sözleri var. Onun Kanake grubu bugünkü Almanyalı Türklerin durumunu yansıtıyor muydu?
Bu biraz göç tarihiyle alakalı. Akademisyen Türkler 50'li yıllarda geldi. 60'larda işçi göçü başladı. 70'lerde aile birleşimiyle çocuklar ve eşler geldi. 80'lerde ise askeri darbe sonrası sanatçılar ve aydınlar geldi. Cem Karaca da bunlardan biriydi. Alman solcularla birlikte konserler verdi. O zamanki siyasi proje. Bugünkü “Kanake” ise farklı. “Kanak Attack” akımı 3-4 yıl sürdü ama artık bitti. Çünkü 1990'larda yeni bir çağ başladı. Şimdi uyum çağı. Ama bana göre bugün Türk gençlerinin öyle söylenildiği gibi sorunu yok.
-Uyum sorunu yok dediniz, ama Almanya'da uyumla yatıp uyumla kalkıyoruz?
Biraz karışık bir konu. Eskiden sadece, bıyıklı “gastarbeiter-misafir işçi” klişesi vardı. Sonra “in the ghetto” yani agresif Türk çocukları klişesi çıktı. Ama bence bütün bu tartışmalara baktığımız zaman bana göre olumsuz anlamda değişen Alman solcularıdır. 60'lı, 70'li ve 80'li yıllarda Alman solcular özellikle faşizme karşı göçmenlerin yanında dayanışma gösterdiler. Ondan sonra 90'larda Türk sivil toplum örgütleri kendi adlarına konuşmaya başladı. Alman solcular ise bundan hayal kırıklığı yaşadı. “Biz sizin hakkınızı arıyorduk. Sizin için konuşuyorduk ama şimdi siz kendiniz konuşuyorsunuz” demeye başladılar. Sonra Türklerin hepsinin solcu olmadığını da gördüler. Hatta bir çoğu milliyetçi, dinsel ögeleri ağır basıyor. Ve Alman solcular değişti. Bugün İslamafobi Alman solcular arasında daha çok yaygın. Eskiden ırkçılığın hep Nazilerden geldiği düşünülüyordu. Alman solcular da kendilerini hiçbir zaman ırkçı olarak görmedi görmüyor. Ama bence İslam'a karşı tavır artık solculardan geliyor. 90'lardan gelen stereotip yani, Müslüman çocukları maço, agresif Müslüman kadınların hepsi başörtülü, zorla evlendirilmiş, dayak yiyen zavallı kadınlar klişesi yayılmaya başladı. Yeni streotip yaratıldı.
-Peki göçmen gençlerin durumu neden hep sorun olarak görülüyor?
Burada yetişen çocuklar çok iyi Almanca konuşuyor. Ama aynı zamanda evde de ailesiyle Türkçe konuşuyor. Bu bir sorun değil. Çok normal bir şey. Ama Almanlar için büyük bir problem. Çünkü Almanların çoğunun böyle bir tecrübesi yok. Almanların büyük bir çoğunluğu tek bir kültürle doğup, tek bir kültürle büyüyor. O nedenle, iki kültürlü olmayı anlayamıyorlar ve 2 kültürlülüğü zenginlik olarak değil sorun olarak görüyorlar. Asıl sorun burada yatıyor.
-1.5 yıldır İstanbul'da yaşıyorsunuz? Son zamanlarda burada yetişen Türk gençleri Türkiye'ye gitmeye başladı. Onlarla irtibatınız var mı? Sizce neden İstanbul'u tercih ediyorlar?
Gerçekten çok doğru. Ben de çok şaşırıyorum. Türk-Alman gençlerin sayısı çok arttı. Artık İstanbul'da her yerde onları görüyorsunuz. Aileleri Almanya'ya onlar ise Türkiye'ye göç etmişler. Eğitimli, aydın genç erkekler ve kızlar İstanbul'a gidiyor. Bir bakımdan Almanya'dan bıktılar. Artık “uyum, uyum, uyum, zorla evlilik” laflarını duymak istemiyorlar. Ben bile bıktım. Nefret ediyorum bu konulardan. Ben uyum için bir şey yapmak zorunda değilim ki. Ben müzikle ilgileniyorum. Diğer bir sebep ise bu çocuklar artık anne ve babaları gibi köylü değiller. Alman büyük şehirlerinde büyüdüler. O nedenle aynı zamanda büyük şehirde de yaşamak istiyorlar. Ve Berlin İstanbul'un yanında bir köy gibi kalıyor. Almanya'da doğup büyümüş bir genç İstanbul'a gittiği zaman, tüm zorluğa rağmen orada kendisini özgür hissediyor.
-Peki genel anlamda neler yapıyorsunuz? Geçiminizi nasıl temin ediyorsunuz.
Bir çok şey. Roterdam'da konservatuvar bünyesindeki dünya müzik akademisinde çalışıyorum. Hint, Latin müzik bölümleri var. Ben de Türk müziği bölümü koordinatörüyüm. Doçentlere müfredat hazırlıyorum ve bunun yanısıra Türk müziği tarihi dersleri veriyorum. Ayrıca Berlin Filarmonisi'nin başlattığı “Alla Turca” konser programına danışmanlık yapıyorum. Türkiye'den müzisyenleri ve grupları seçiyorum ve farklı kültürden hangi müziğe uygun başka bir grup olabilir onları araştırıyorum. Daha sonra ise filarmonide konserleri organize ediyorum. Ayrıca Essen 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında “Night Prayer” adlı proje gerçekleştiriyorum. 21 Eylül'de 9 şehirde 9 ayrı dini ibadethanede konserler olacak.
-Berlin Filarmonisi'nde Alla Turca projesi nasıl ortaya çıktı?
Alla Turca 3 yıl önce başladı. Berlin Filarmonisi Direktörü Bayan Pamela Rosenberg'in girişimiyle başladı. Bayan Rosenberg önceden Los Angeles'da görev almış. Azınlıklara o nedenle çok açık. Hedef Filarmoninin kapısını Türklere de açmaktı. İlk başta Türkleri Filarmoni'ye çekmeye çalışıldı. Ama nasıl olacağını bilmiyorlardı. Ama zaman içinde konsept ortaya çıkmaya başladı.
-İstanbul'daki yaşamınız nasıl? Kendinizi yabancı gibi hissediyor musunuz?
İstanbul'u önceden de biliyorum. Benim açımdan özel hayatım Berlin'deki gibi devam ediyor. İlk başta bilmediğim basit küçük kavramlara takıldım, onları öğrenmeye çalıştım. Örneğin İstanbul'da bir sinemaya gittiğim zaman canım “Gummibaerchen” çekti onu almak istedim ama Türkçe'sini bilmediğim için zorlandım. Bunun Türkçe'sini öğrenmek istedim. Yani detayları bilmek istedim.
-Öğrendiniz mi peki?
Evet. Jelibon diyorlar. Buna benzer küçük sorunlar. Yine bir örnek, gazım bitti, arkadaşlara sordum, “Tüp gaz alacaksın” dediler. Tüp gaz ne demek diye sordum.
-Türkçe'nizi geliştirdiniz mi?
Geliştirdim. Ama yetersiz. Türkçe yazmak istiyorum.
-Bu sorunun cevabını tahmin ediyorum ama yine de sormak istiyorum. İstanbul'daki en büyük sıkıntınız nedir?
Tabi ki trafik. Çok büyük bir problem. Bir arkadaşım Ataşehir'de biri Ataköy'de kalıyor. Ben de onların ortasında kalıyorum her yöne gitmek 1.5 saatimi alıyor
-İstanbul'u nasıl özetlersiniz?
İstanbul'un üzerine bir şey söylemek mümkün değil. Çünkü tek bir şehir değil. Çok yüzü var. İstanbul'da isterseniz Tahran'daki gibi de, isterseniz Berlin'deki gibi de yaşayabilirsiniz. Tercih meselesi.
-Oradayken, Berlin'den özlediğiniz bir şeyler var mı?
İlk yılar aramadım, Çünkü Türk hayatı yaşadım. Ama şimdi Alman ekmeğini özlüyorum fakat onu da İstanbul'da bulmak artık mümkün. Şimdi İstanbul'da yaşayan Alman arkadaşlar için postacı gibi çalışıyorum. Almanya'ya sık geldiğim için İstanbul'a dönerken sosis, salam, pasta tozu siparişleri alıyorum.
-Özellikle Cihangir'de çok sayıda Almanlar yaşamaya başladı Onlarla irtibatınız oluyor mu?
İstanbul'da yaşayan Almanların sayısı da çok arttı. Ama çok ulaslarası bir topluluk yaşıyor artık Cihangir'de. Özellikle Beyoğlu Uluslar arası bir yer oldu. Benim arkadaşlarımın çoğu da zaten Türk-Almanlar.
-İstanbul 2010 Avrupa Kültür başkenti etkinliklerini nasıl buluyorsunuz? Özellikle Essen'le kıyaslayınca...
İstanbul'daki etkinlikler hakkında aslında pek bir şey bilmiyorum ama herkes şikayetçi. Essen'de ise herkes sıcak bakıyor. İstanbul'da daha başlamadan herkes eleştirip şikayet ediyor, Essen'de ise “Bakalım ne olacak” diye genelde iyimser bir hava var.
-Türkiye'de şu kadar yıl yaşayıp geri döneceğim gibi bir hedefiniz var mı?
İstanbul'da kalmak istiyorum. Hayatım orada güzel. Ama böyle devam edemem. Sürekli yollardayım. Ben aslında havalimanlarında yaşıyorum. Ama 1 yıl daha kesin kalacağım. Tipik bir misafir işçi gibi başladım. Önce bir yıllığa gitmiştim. Sonra 6 ay uzattım. Şimdi 1 yıl daha kesin oradayım diyorum. 20 yıl sonra Türkleşmiş olurum. Belki bana da “Alman kökenli Türk” derler.
-Türk vatandaşlığını düşündünüz mü?
Türk vatandaşlığına geçmek neredeyse imkansız. Ünlü bir futbolcu olursan kolay, ya da zengin veya ünlü olanlara veriyorlar ama onun dışında çok zor.
-Türkiye'deki siyasi durum sizi de etkiliyor mu peki?
26 yıldır Türkiye'ye gidip geliyorum ve 1 yılı aşkın süredir İstanbul'da yaşıyorum. Her zaman, yaşanılan ekonomik veya siyasi krizden sonra kendi kendime şunu söylüyorum: “eyvah bu ülke şimdi batacak. Şimdi sosyal patlama yaşanacak”. Çünkü her ekonomik kriz, her siyasi kriz çok derin yaşanıyor. Örneğin Abdullah Gül cumhurbaşkanı olmaya çalışıyordu, askerler biraz tehdit etti. Korktum. Sonra AKP'yi kapatma davası açıldı. Sonra Ergenekon, darbe planları. Sürekli inanılmaz bir kriz var. Ama Türklere bakıyorum. Çok rahatlar. Ben “felaket, eyvah ülke batacak diyorum” onlarsa gayet rahat...
-Peki sürekli kriz durumuna nasıl alıştınız?
Türkiye'de yaşamak için iki kelime çok önemliymiş. Ben de bunu yıllar sonra öğrenmiş bunuyorum. Ve bu ülke neden batmıyor anladım. Şu iki kelime ülkeyi ayakta tutuyor: “Hallederiz” ve “Boşver bir şey olmaz”. Bu tavrı artık ben de yıllar sonra öğrendim.
-Ciddi ekonomik kriz olursa Almanya'ya dönerim diye rahatlığınız var mı?
Boşver, bir şey olmaz. Hallederiiiz.