Güncelleme Tarihi:
SALONU tıklım tıklım dolduran müzikseverler, kendilerine unutulmaz bir akşam yaşatan Fazıl Say’ı dakikalarca ayakta alkışladılar.
Fazıl Say 14 Ocak 1970 tarihinde Ankara’da dünyaya geldi.
Babası müzikolog ve yazar, annesi eczacıydı.
Fazıl Say, henüz dört yaşındayken Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Üstün Yetenekli Çocuklar statüsünde müzik eğitimi almaya başladı.
1987 yılında piyano ve kompozisyon eğitimini tamamlayan Fazıl Say, aynı yıl Düsseldorf Müzik Yüksek Okulu’na girdi.
1990 yılında konçerto solisti diplomasını aldıktan sonra Berlin Tasarım Sanatları ve Müzik Akademisi’nde piyano ve oda müziği öğretmenliğine getirildi.
1994’te Genç Konser Solistleri Avrupa yarışmasında birincilik kazandı.
Bir yıl sonra New York’ta yapılan kıtalararası yarışmanın da birincisi oldu.
Fazıl Say, daha sonraki yıllarda katıldığı yarışmalarda onlarca ödül aldı.
Besteler yaptı.
Dünyanın önde gelen orkestraları eşliğinde konserler verdi.
Yaşamının bir bölümünü Almanya’da geçiren ve Almanya’yı çok iyi tanıyan Fazıl Say’la daha önceki yıllarda Berlin’de uzun bir söyleşi yapmıştım.
Geçen hafta ortasında da yine bir araya gelip hem müzik hem de Almanya’yı konuştuk.
*
Fazıl Say’a, “Henüz 4 yaşında müziğe başlamışsınız. 4 yaşındaki bir çocuğun müziğe yeteneği nasıl saptanır?” diye sordum.
“Evde oyuncak enstrümanlar olur. Benim de iki oktavlık blok flütüm vardı. Onlarla oynarken bütün duyduklarımı çalabiliyormuşum. O zamanlar 4 yaşındayım. Mozart, Beethoven veya radyodan ne duyuyorsam, Türk müzikleri de dahil, birebir çalabiliyormuşum. Babam bir müzisyen arkadaşına göstermiş. ‘Bu olağanüstü bir kulağa sahip. Bir sürü ses akortlarını bile basabiliyor. Sen bunu en iyi müzik hocası Mithat Fenmen beye götür’ demiş. Mithat hocaya gittiğimizde 5 yaşındaydım. Ve hemen ücretsiz ders vermeye başladı. Derse de şöyle başlardı: ‘Bugün sokakta neler gördün anlat piyanoyla. Okulda, trafikte, yolda ne yaşadıysan piyanoyla anlat’ derdi. Piyanoyla hayatı anlatmak üzerine doğaçlama ders yapardık. Bu doğaçlama dersler müzisyen ve besteci olarak da beni beslemiştir” yanıtını verdi.
Tabii arkadaşlarının o yaşta kendisine hangi gözle baktıklarını da sordum.
“Biraz ayrıcalıklı hissediyorlardı. Ama bu hayranlıkları unutulur giderdi. Çocuktuk. Maçsa maç oynardık. Arkadaşların içinden resme matematiğe yetenekleri olanlar vardı. Ama çocuk için bu fark etmiyor. Biz oyun oynuyorduk. Sokak çocuğuyduk” dedi.
“Berlin sizin için ne ifade ediyor?” soruma da “1990 yılında 20 yaşında Berlin’e geldim. Düsseldorf’ta okulu bitirmiştim. İki Almanya’nın birleştiği dönemdi. İlginç yıllardı. Berlin için tarihi yıllardı. Kasım 1989’da (duvarın yıkıldığı günler) buradaydım. O günlerde konserimiz vardı. Ben bire bir hatırlıyorum. Doğu Almanlar geldi. Bütün alışveriş merkezlerini boşalttı. İki Almanya’nın birleşmesindeki zorlukları hatırlıyorum. Özellikle Türkler zorluklar çekti. Eski Almanya birleşiyordu. Tekrar birleşmenin yabancıları sıkıntıya soktuğu dönemlerdi. Bir anda hiç değeri olmadı yabancıların. Batı Almanlar ‘Biz en değerliyiz ve yeni gelenlere yani doğu Almanlara yardımcı olalım’ dediler. Ama bu yabancılar ne olacak? Zorluk dolu yıllardı. Psikolojik olarak da sosyal olarak da. Burada yaşadığım 5 yılda burada kültür olarak çok şey kazanmışımdır. Ama sosyal bakımdan çok zorlu yıllardı” yanıtını verdi.
“Duvarların yıkılmasının üzerinden 30 yıl geçti. Berlin’de bir değişiklik gözlemlediniz mi?” sorumu da şöyle yanıtladı: “Ben doğu Berlin’e duvarlar varken de 87-88’li yıllarda da gittim. Bambaşka bir hayat yaşıyorlardı. Tek model araba, tek model ev. Batı Berlin’e geliyorsun başka bir hayat. Kapitalist bir sistem. Birleştiler ama kolay olmadı onlar için. Kafaların birleşmesi kolay olmadı.”
*
Almanya’da aşırı sağ ve sağ popülist faktörün ve ön yargıların her zaman var olduğunu da söyledi.
“Ne gibi ön yargılar vardı ilk geldiğiniz yıllarda?” sorumu da şöyle yanıtladı: “Ben 17 yaşındayken geldim. Zorluklar çekiliyordu. Yadırgıyorlardı. Bir Türk piyanist, besteci. Öyle bir şeyi çok az biliyorlar. ‘Türkiye’de piyano var mı?’ diye soruyorlardı. O yıllarda Türk kökenlilerin milli takımda oynaması da başlamamıştı. Türklere tam bir sokaktaki misafir işçi gözüyle bakılıyordu. ‘Kanalizasyonda çalıştırıyoruz bunları’ gözüyle bakılıyordu. Zaten ön yargılar diyoruz ya, işte böyle bir şey. Bunu yıkmak için çok daha büyük gayret gerekiyor. Üniversiteleri çok iyi ve hocam çok iyiydi. Musevi bir hocam vardı. Öğrenecek çok şey var hayatta. Özellikle Almanya, öğrenmek isteyen meraklı insanlar için cennet bir yer. Kütüphaneleri, kurumları, oturmuş sistemleri. Almanları örnek almamız lazım.”