Güncelleme Tarihi:
MÜNİH’te 17 Nisan’da başlayacak NSU davasında, akreditasyonda geç kaldıkları iddiasıyla Türk basınına yer ayırmayan Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi, beni sıkı bir arşiv çalışması yapmaya itti. “Acaba önceki benzer davalarda akreditasyonda nasıl bir yol izlendi?” sorusundan hareket ederek 23 Kasım 1992’de Mölln’de üç Türk’ün yakılarak katledildiği dava dosyalarını, yüzlerce fotoğrafı ve akreditasyon prosedürünü inceledim.
Türklerin yaşadığı iki evi kundaklayan NPD üyesi neonaziler Lars Christiansen ve Michael Peters’i 17 Mayıs 1993’de yargılamaya başlayan Schleswig Yüksek Eyalet Mahkemesi’nin basın akreditasyonu konusunda Münih’e ders olacak nitelikte adil uygulamasını mahkeme basın bültenlerinden ve Hürriyet’in mahkemeye akreditasyon için yaptığı yazışmalardan araştırdım.
KELİME KELİME OKUDUM
O dönemin Hürriyet Kuzey Almanya temsilcisi ve aynı zamanda bana gazeteciliği öğreten değerli ağabeyim İbrahim Gül’ün tuttuğu üzerine ‘Mölln’ yazan dava dosyasını önüme alıp, mürekkebi uçmuş soluk sayfaları, yüzlerce renkli ve siyah-beyaz negatif filmleri tek tek inceleyerek hafızamı tazeledim.
Özellikle 17 Mayıs 1993’de iki neonaziyi yargılayacak olan Schleswig Yüksek Eyalet Mahkemesi Basın Sözcüsü Norbert Wüstefeld ile yaptığımız mürekkebi uçmuş, sararmış faks yazışmalarını elime büyüteç alarak kelime, kelime okudum. Telefon görüşmelerinden tuttuğumuz notları tekrar gözden geçirdim. Her hafta iki veya üç duruşmanın yapıldığı ve yaklaşık yedi ay süren davayı dönüşümlü olarak şefim İbrahim Gül ve ben sürekli izlemeye gitmiştik. Ama akreditasyon prosedürü hafızamdan silinmişti. Yazışmaları okudukça, her şeyi hatırladım ve Münih Yüksek Eyalet Mahkemesi’nin tavrıyla kıyaslayınca ister istemez, “20 yıl önce Schleswig’de mümkün olan bugün Münih’te neden mümkün değil?” sorusu ortaya çıktı.
SORUNU İŞTE BÖYLE ÇÖZMÜŞ
Schleswig Yüksek Eyalet Mahkemesi 6 Mayıs 1993’de faksla tüm basın organlarına akreditasyon sürecinin başladığını ve 12 Mayıs 1993’de biteceğini bildirdi. Süreç sonunda hakim Ehrich ve mahkeme heyetinin kime akreditasyon verileceğini konusunda karar vereceği belirtildi. Akreditasyon verilecek basın organlarına bunun yazılı olarak bildirileceği de yazıya eklendi. Biz hemen bir faksla akreditasyon başvurusunda bulunduk. 13 Mayıs 1993’de, yani akreditasyon süresi dolduğunun ertesi sabahı Steindamm 58 adresindeki Hürriyet Hamburg bürosuna, Hürriyet’e akreditasyon ve ayrıca salonda fotoğraf çekme izni verildiği belirtilen bir faks geldi.
Bu kadar hızlı cevaba çok şaşırdığımız için değerli İbrahim ağabey, “Kemal, bir basın bürosunu ara, tekrar tasdik ettir” demesiyle daha önce defalarca konuştuğumuz için bizimle artık neredeyse senli-benli olan mahkeme basın sözcüsü başsavcı Norbert Wüstefeld’i aradım. Tam kelime kelimesine hatırlamıyorum ama Wüstefeld, “Evet, ilk akreditasyon onayını size gönderdik. Yoksa bu davanın Hürriyet’siz görüleceğini mi düşündünüz?” anlamında esprili bir cevapla bizi rahatlattı. Wüstefeld, telefonda bizzat mahkeme heyeti başkanı Hermann Ehrich’in akreditasyonda Türk ve Alman basın organları dengesinin iyi sağlanması konusunda kesin talimat verdiğini de söyledi.
İnternet haberleşmesinin olmadığını ve tekniğin günümüzden çok gerisinde olduğu bir dönemde Schleswig Yüksek Eyalet Mahkemesi adil bir akreditasyon uygulamasıyla var olan 60 basın sandalyesini Türk, Alman ve yabancı basın arasında öncelikleri gözönünde bulundurarak paylaştırmıştı. Daha sonra diğer Türk gazete ve ajanslarında çalışan arkadaşlarımızdan da hepsinin akredite edildiğini öğrendik.
TARİHTEN DERS ALMAMIŞLAR
Şimdi Münih’in neden bu kadar basit ve adil bir yol varken, zor ve adaletsiz olanı seçtiğini düşünmeden edemiyorum. En azından bu konuda tecrübeli olan, Mölln ve Solingen sanıklarını yargılayan mahkemelere danışmakta mı akıllarına gelmedi? “Tarihten ders almak” bunu gerektirmez miydi?