Ahmet KÜLAHÇI / Fotoğraf: dpa
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 08, 2020 09:47
Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile Yeşiller 1998 yılında iktidara geldiklerinde, Almanya’daki işsiz sayısı 4 milyon 700 binin üzerindeydi. Ekonomik ve sosyal alanda ciddi bir durgunluk yaşanıyordu. Hatta Almanya’ya, “Avrupa’nın hasta adamı” gözüyle bakanlar bile vardı. SPD’li Başbakan Gerhard Schröder, Yeşiller’le birlikte ülkeyi yeniden düzlüğe çıkarmak için kolları sıvadı. Ama kafasından geçenleri hayata geçirmenin hiç de kolay olmayacağını çok geçmeden anladı.
YALNIZ muhalefet partileri değil, çeşitli kurum ve kuruluşlar ile sendikalar da hükümetin reform planlarına karşı çıktılar.
Fakat Schröder yılmadı.
Yasama döneminin sonlarına doğru ‘Gündem 2010’ adı altındaki reform planını ilan etti.
Halk arasında ‘Hartz IV’ olarak bilinen ‘Gündem 2010’, tam bir toplumsal, ekonomik ve sosyal reformdu.
Hedef sosyal sistemde ve iş piyasasında köklü bir reformdu.
Hedef, Almanya’nın uluslararası düzeyde rekabet gücünü artırmaktı.
Sanayi bölgelerini korumaktı.
Yeni iş yeri yaratmaktı.
Yenilenebilir enerjinin artırılmasıydı.
Nükleer enerjiden kademeli olarak feragattı.
Göçmen kökenlilerin uyum sağlamalarını hızlandırmaktı.
Ve Schröder hükümeti, 2003-2005 yılları arasında bu reform planlarının önemli bir bölümünü hayata geçirdi.
Ancak sendikaların tepkisi her geçen gün artmaya başlayınca,
SPD/Yeşiller koalisyonuna destek azaldı.
Tabii tabanın desteği de.
Nitekim 2005 yılında yapılan erken genel seçimlerde SPD ile Yeşiller iktidarı kaybetti.
*
Hıristiyan Demokrat/Hıristiyan Sosyal Birlik Partileri (CDU/CSU) ile Hür Demokrat Parti (FDP) iktidarı devraldı.
CDU’nun o dönemdeki lideri Angela Merkel de başbakanlık koltuğuna oturdu.
15 yılı aşkın süredir de oturmakta.
Hem de Schröder’in reform politikası sayesinde.
Çünkü Schröder’in reform politikası sayesinde Almanya’da işsiz sayısı sistematik olarak düştü.
Alman ekonomisi yeniden canlandı.
1990’lı yılların sonunda 5 milyona dayanan işsiz sayısı, koronavirüs belası öncesi 2 milyona kadar düştü.
Koronavirüs yüzünden işsiz sayısı birden 2 milyon 800 bine yükselse de Başbakan Merkel’in koltuğunu korumasında, “Önce ülke, sonra parti” diyerek kendi politik kariyerinin bitmesini göze alan
Gerhard Schröder’in ‘Gündem 2010’ adı altındaki reform politikasını tüm tepki ve eleştirilere rağmen kararlı bir biçimde hayata geçirmesi etkin bir rol oynadı.
*
İşte bugünlerde yine “Önce ülke” söylemi ağırlıklı olarak kullanılmaya başlandı.
Gelecek yıl muhtemelen eylül ayında yapılacak genel seçimlere daha bir yılı aşkın süre olduğu halde, ‘kardeş partiler’ olarak bilinen CDU ile CSU’nun başbakan adayının kim olacağı tartışmaları yoğunlaştı.
Hem de daha CDU’nun yeni genel başkanı belli olmadan.
CDU’nun aralık ayında yapılacak kurultayında genel başkanlık koltuğu için bir dönem CDU/CSU Meclis Grup Başkanı olarak görev yapan Friedrich Merz, Kuzey Ren Vestfalya (KRV-NRW) Eyalet Başbakanı Armin Laschet ile Federal Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Norbert Röttgen yarışacak.
Bu yarışı kazanan CDU Genel Başkanı olacak.
Aynı zamanda teorik olarak CDU/CSU’nun başbakan adayı.
Ama son dönemlerde CSU Genel Başkanı ve Bavyera Eyalet Başbakanı Markus Söder’in ‘kardeş partiler’in başbakan adayı olması da sık sık gündeme getirildi.
Daha önceki dönemlerde de olduğu gibi, Markus Söder, son günlerde yoğunlaşan bu
haberler üzerine yine, “Benim yerim Bavyera” demeyi tercih etti.
Almanya genelinde en fazla ölü sayısı Bavyera’da olduğu halde, koronavirüs salgınına karşı başarılı bir mücadele veren Söder, “Şimdi başbakan adayı tartışmalarının zamanı değil, öncelik bireylerin kariyerleri değil, tüm halkın sağlığı ve refahıdır. Gördüğünüz gibi benim yerim -özellikle şimdi- Bavyera’dır” dedi.
Yani Markus Söder de “Önce ülke-halk, sonra kariyer” dedi.
Yoksa zamanla, “Kardeş partiler böyle istedi. Tabanımız da böyle istediği için ‘hayır’ diyemedim. Çünkü önce ülke” diyerek aday mı olacak?