Güncelleme Tarihi:
Bize göre eski tadı yok belki ama bayramlar hâlâ çocukların bayramı. Yine şeker ve harçlık için kapıları çalıyorlar, bayramdan bayrama alınan yepyeni giysileri, gıcır gıcır ayakkabıları giyip mutlu oluyorlar.
Bana da annem bayramlarda siyah ya da kırmızı rugan ayakkabılar alırdı. Yatağımın başucuna koyar, uyuyana kadar gözümü ayırmazdım onlardan.
Benim zamanımda her yeni giysi veya oyuncak, dünyanın mutluluğu demekti.
Süslü bir atın çektiği tahta küçük arabam ve gözleri açılıp kapanan bebeğim en güzel oyuncaklarımdı. Bunları edinmek, mutluluktan havalara uçmak, günlerce, gecelerde hayaller kurmak demekti...
Gerçekten çocukluk dönemimiz ne kadar da mutluydu. Her şeyden nasıl da keyif alırdık. En basit plastik bir oyuncak bile bize dünyaları verirdi sanki...
Şimdiki çocuklar böyle mi dersiniz?
çocuklar uçurtma yapmasını bilmiyor
Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getirirdi Avrupa’dan. Ama arkadaşlarla paylaşmayınca, o oyuncaktan zevk almazdım. Gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün fişlerine benzeyen şeyler yapardım. Dokuztaş, misket, hele o “ön dö tura bir iki üç güzellik” unutulur gibi değildi.
Yokluk yüzünden “toprağa çivi saplamaca” gibi yaratıcılık örnekleri sergilenirdi. Sokaklar bizimdi, oyuncak yoktu. Olsa da alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı.
UÇLU KALEME UZAY MEKİĞİ GİBİ BAKMIŞTIK
Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana “Yarın seni de bindireceğim” diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum... İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte.
Siyah beyaz televizyonu, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemleri, sınıflardaki çöp kovası önünde kalem açma kuyruklarını unutan var mı? Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık.
Bunların her biri güzel birer anı, onca yokluğa ve parasızlığa rağmen. O yıllar sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı.
HİÇ DUT SİLKELEMEDİLER
BEMBEYAZ ÇARŞAFLARA
O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor. Kendilerinin sahip olamadığı oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabuğu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyor.
Ancak hava karardığında, babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyor. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, “akşama babana söylerim” tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye “hayır” bile diyemiyorlar onlara.
O zamanın çocuklarının şimdiki çocukları doyumsuz. Çoğu bilgisayar başında saatlerce oturup patates cipsi yediği için şişman.
Hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkâna rağmen pek azı okulu seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma yapmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları hazır olarak satılıyor ve babayla bir pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini bilmiyorlar.
Okulun açılacağı haftanın öncesinde, saatlerce defter kitap kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü. Kâğıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kâğıt koparmanın nasıl YASAK olabileceğini akılları almıyor.
Hiç dut silkelemediler bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacına çıkıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine.
Mutlular mı peki? Umarım öyledirler. Peki, çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacaklar mı?
Umarım...