Güncelleme Tarihi:
Terastan sesleniyor:
-Yarım saattir sesleniyorum. Duymuyorsun. Gel kahve içelim.
Hüseyin üzüntülü. Hemen derdini döküyor.
-İçinden çıkamadığım bir sıkıntı ve çelişkiler içindeyim. Kendimi ayıplıyorum da...
Anlatmak istemez bir hali var. Utanıyor. Sıkıla sıkıla konuşmasını sürdürdü:
-Almanya'da iken Türkiye'yi çok özlüyorum. Ama buraya gelince bütün keyfim kaçıyor.
Uzun süre sustu.
Sokaktan, güzellikleri görünsün diye kask takmayıp, uzun saçlarını omuzlarına serpen kısa şortlu genç kızlar motorlarıyla geçiyorlar. Kahkahalar atıyorlar. Bağrışıyorlar.
Bu sırada terasa şişman, şortu göbeğinin altında, Amerikan aktörü Clark Cable bıyıklı biri çıktı.
Bana hiç bakmadan, telaşlı telaşlı konuştu;
-Hüseyin rakı aldırmayı unutma. Rakı bitmiş.
Tekrar içeri girdi.
- Bu kim?
-Halamın kızının kocası. Bankacıydı nedense işten çıkarttılar. Şimdi boşta geziyor. Borsa da oynuyor. Parayı çok sever.
Hüseyin açılmıştı. Rahat konuşuyordu. Espri de yapıyordu.
- Eli hiç cebine gitmez. İşi de yok nasıl geçiniyor bilmiyorum.
O kadar da yorgunum ki. Tam dinlenmeye muhtacız ailece...
Ötesini söylemek istemez gibi bir hali vardı.
- Ama bir türlü dinlenemiyoruz.
Israr edince sözlerini sürdürdü
-Uğraştık didindik yazlıkta bir ev aldık. Boş bulunduk herkese de söyledik. Keşke kimseye haber vermeseydik. Şimdi, bizim ev yaz boyu dolu. Akrabalar... Akrabaların tanıdıkları... Onların komşuları... hepsi bizim evde. Bizim iznimiz altı hafta. Altı hafta kafamızı dinlemek istiyoruz. Ama ne gezer. Kapıyı çalan geliyor. Misafir ağırlanmak ister. Hanım mutfağa giriyor. Sabah kahvaltısını hazırlıyor. Öğle ve akşam yemeklerini, rakı masası için mezeleri hazırlıyor. Gecenin geç saatlerine kadar oturuyoruz. Sarhoş sohbetleri dinliyoruz. Hanıma bakıyorum. Yorgunluktan başı öne düşüyor. Sofrada uyuklamaya başlıyor. Çocuklar da perişan. İki de bir de eşime sesleniyorlar; 'Rabia bana bir kahve yap, Rabia yemeğin tuzu az olmuş' bunlar beni çok sinirlendiriyor.
* * *
HÜSEYİN çok huzursuzdu.
-Geçen yaz da böyle oldu. Bir önceki de. Daha önceleri de beş yıldır böyle.
-Bunlar kışın sizi Almanya'da arayıp hatırınızı soruyorlar mı?
-İmkan yok aramazlar. Ben geçen yıl guatr ameliyatı oldum. Hastane virüsü de kapmışım. Uzun süre tedavi oldum. Bir kişi telefon edip de geçmiş olsun demedi.
Bankacı enişte tekrar ortaya çıktı. Kendi kendine söyleniyordu.
-Biz plaja gidiyoruz Geç kaldık. Yatakların hepsini kapmışlardır.
Merdivenler inerken duraladı.
-Hüseyin markete gidince rakı almaya unutma. Rakı kalmamış.
-Olur enişte.
Hızla yürüdü merdivenlerden indi. Arkasından karısı ve iki kızı Ona yetişmeye çalıştılar.
* * *
ANLAŞILAN, Hüseyin hiç bir akrabasını kırmak istemiyordu. Ne söylerlerse kabul ediyordu.
-Kaç kişi oluyorsunuz yazlıkta?
_bazen dokuz, bazen biraz daha fazla. Eğer daha fazla gelirlerse yanda bir arkadaşımın evi var. Arkadaşım Amerika'da evi boş duruyor. Gelenleri oraya yerleştiriyorum. Onları da anlıyorum belki para harcamak istemiyorlar. Ama ucuz pansiyonlar da var. Kendilerine göre bir yer bulabilirler.
Telefon çaldı. Rabia, konuştu. Telefonu kapadıktan sonra geldi.
-Amcan Ankara'dan telefon etti. Bu sene kendisi gelemiyormuş özür diledi. Tansiyonu yükselmiş. Kızı, damadı bir de kızının Hollanda'dan arkadaşı gelmiş hep birlikte yola çıkmışlar geliyorlarmış.
Hüseyin bir sigara daha yaktı. Sinirlenmişti
-Şeytan diyor ki. Burayı olduğu gibi bırak ve tek başına uzakta bir otele git. Onlara, gelmeyin diyemiyorum. Emekliliğimi burada geçiririm diye hayaller kuruyordum. Şimdi anlıyorum ki burada sakin bir hayat geçiremem. Bana burayı zorla sattıracaklar.
* * *
SONRA, kendi derdiyle beni sıktığını sanıp konuyu değiştirdi:
-Fransızları'ın ünlü heykeltraşı Rodine'nin hayatını okuyorum. Adama soruyorlar, 'Bir heykeli nasıl yapıyorsun?' Cevap; 'Taşın lüzumsuz olanlarını atıyorum. Geriye heykel kalıyor.'
İnsan hayatı da öyle. Yaşamımıza çeki düzen vermek için bazı lüzumsuzları atmamız gerek.
Motorlu kızlar, motor gürültüsünden daha yüksek çığlıklar atarak yine sokaktan geçtiler. Susup onların yaşam dolu neşelerini, motor yarıştırmalarını seyrettik.
Sonra, Bodrum'daki evin terasından Almanya'ya uzandık.
Yıllarımızın, kaynamış çaydanlık buharı gibi uçup gittiği Almanya'ya.
-Almanya iyi ama yaşamını hep erteliyorsun. dedi Hüseyin.
-Hep yarınlar için çalışıyoruz. Emekli olduğum zaman Bodrumdaki eve giderim. Çocuklar Üniversiteyi bitirip bir meslek sahibi olsun da ondan sonra kesin dönüş yaparım. Evin taksitlerini de ödememiz lazım. Hep yarınlar. Yahu bunun bu günü yok mu? Turşu kavanozundaki salatalıklar gibi duruyoruz. Kavanozun dışından çok güzel görünüyor. Ama, bunu gel de o salatalığa sor. Bizim de o salatalıktan farkımız yok. Bekliyoruz. Neyi bekliyoruz? Yaşamayı... Komik değil mi? Bodrumda günümü yaşıyorum. Onun için hoşuma gidiyor. Erteleme yok. Yarın öbür gün yok.
* * *
İÇERİDEN bir çocuğun ağlaması geldi.
Hüseyin seslendi;
-Uyandı mı ? Uyandıysa getir onu buraya.
Biraz sonra Rabia'nın kucağında pembe giysiler için de şirin bir kız çocuğu geldi.
Hüseyin kızı kucağına alırken bütün neşesi yerine gelmişti.
-Bu bir dünya güzeli bir prenses. On aylık. Adı Tuana. Böyle durduğuna bakma, bir anda on numara yapar. Kızıım... Güzel kızııım... Ben sana aşığım.
-Bu çocuk kimin ?
-Sorma bu da ayrı bir dert. Bizim hanımın teyzesinin kızı, internette bir gençle tanışmış. Güya büyük bir aşk. Kız tutturdu evleneceğim diye. Oğlanın işi gücü yok. Üniversite öğrencisi. Sonradan anlaşıldı. Kız üç aylık hamile imiş. Acele bir nikah yaptılar. Sonra bu kız dünyaya geldi. Biz Bodruma geldik. Ertesi gün de bunlar geldi. Telefon edip geliyoruz dahi demediler. Ama, bu küçük kızı pek sevdim.
-Hep burada mı kalacaklar ?
-Kız ısrar ediyor. Enişte anahtarları bize bırak diye. Ama, neyle geçinecekler. Oğlanın tek kuruş geliri yok. Ne cesaretle evlenirler de çocuk yaparlar. İlk geldikleri gün baktım bu kız bizim hanımın kulağına bir şeyler söylüyor. Meğerse paraları yokmuş çocuğa mama alamamışlar. Hanım da bana söyledi. Dayanamadım, arka sokakta bir market var. Kızı da yanıma alıp markete gittim. Bir sürü mama, çocuk bezi giysiler ne varsa aldım. Şimdi her fafta sonu mama almaya gidiyorum. O güzelim çocuğa yazık. Bunlar sabahları çocuğu uyutup plaja gidiyorlar. Öğleden sonra geliyorlar. Gece de yürüyüşe çıkıyorlar. Çocuğa biz bakıyoruz. Umurlarında değil. Bu nasıl bir sorumsuzluktur. Bir ara damadın ağzını aradım. İş arıyor musun ? Diye . Adam oralı değil. Çok iş aradım ama bulamadım. Umudumu kestim diyor. Ne okul bitiyor, ne adam iş arıyor. İyi ki kızım yok.
* * *
HÜSEYİN sonra stres'in tanımını yaptı:
-Bunalımlar, stresler neden olur iç dünya ile dış dünya çatışır ondan sonra stres başlar. Bu ortam benim ortamım değil. Almanya'da sert bir iş hayatımız var. İçimle dışım çatışıyor. Buraya gelince kendimi sokaklara atıp avare avare dolaşmak istiyorum. Ben böylece kan bağının yani akrabalıkların menfaatten ötesi olmadığına inandım. Kan bağı menfaat bağı.
Dışarıda yağmur çiseliyordu.
Hüseyin
-İçeri girelim dedi.
Bu sırada Rabia seslendi:
-Aman. Çamaşırlar dışarıda. Hemen toplayalım.
Koştuk, çamaşırları topladık. Rabia hem çamaşırları topluyor hem de anlatıyor.
-Bulaşık makinesi bozuk işlemiyor. Bulaşıkları elimle yıkıyorum. Markete siparişleri verdim. Getirecek. Aman çocuğa bahşiş vermeye unutma. Yoksa bir daha getirmez.
Hüseyin çamaşırları üst üste koyarken alçak sesle konuşuyordu.
-Ben elektriği de olmayan bir köyde yaşamak istiyorum. Ne elektriğin, ne de televizyonun, buz dolabının olmadığı bir köy kulübesi. Ben böyle bir yer arıyorum. Çünkü böyle yere akrabaların hiçbiri gelmez.
Omuz silkti.
Kafasına takılı olanları tekrarladı:
-Almanya'da yaşamı sürekli erteliyoruz. Emekli olmayı, evin borç taksitlerini ödemeyi, çocukların okulu bitirmesini bekliyorum... Ben bunlardan bıktım, sıkıldım.
Ayrılırken helalleşir gibi sarıldık. Hüseyin arkamdan seslendi.
-Ne demiş şair; 'Her ölüm erkendir. Üstü kalsın.' Ben daha da karamsar olursam erken gideceğim. Üstü de kalsın.