İkili anlaşmalar ve devlet eliyle göç

Güncelleme Tarihi:

İkili anlaşmalar ve devlet eliyle göç
Oluşturulma Tarihi: Mart 01, 2011 11:12

1960’lı yıllarda göç hareketinin kişinin kendi kararı ve bireysel girişimi sonucu olmaktan çok bir devlet politikası halinegeldiğini belirten Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, o dönemi ‘ikili anlaşmalar ve devlet eliyle göç’ olarak tanımlıyor.

Haberin Devamı

60’lı yıllarda ise devreye devletler giriyor. Bu dönemi “ikili anlaşmalar ve devlet eliyle göç” olarak tanımlıyorsunuz. Ama sonuçta hem Türkiye hem de Almanya’nın öngörmediği bir biçimde gelişen bir göçün gerçekleştiğini savunuyorsunuz. Bunu açar mısınız?

1960’lı yıllarda göç hareketi kişinin kendi kararı ve bireysel girişimi sonucu olmaktan çok bir devlet politikası haline geldi. Bunda iki önemli faktör rol oynadı: Federal Almanya bir çeşit insan ticaretine dönüşen “insan gücü tedariki” işini açık gözlü kimselere bırakmak istemedi, dolayısıyla tek yetkili kamu kuruluşu Federal İşçi, Bulma ve İşsizlik Sigortası Kurumu (Bundesanstalt für Arbeitsvermittlung und Arbeitslosenversicherung, BAAV) ilan edildi. Aynı şekilde Türk hükümeti de gazetelerde faaliyetlerini “tercüme bürosu” adı altında sürdüren işçi simsarların faaliyetini durdurmak amacıyla bu işi Çalışma Bakanlığı’na bağlı İş ve İşçi Bulma Kurumu’na havale etti.

Bu arada 1961 Anayasası kabul edildi. Bu Anayasa hem seyahat hürriyetini anaysal bir hak olarak sağladı hem de Türk ekonomisinin kalkınabilmesi için yine Anayasa ekonomik kalkınmanın bir plan çerçevesinde olması gerektiğini belirtti. Bu amaçla da Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu. İşte “artan işgücünün ihracı” ibaresi altında Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı aslında bu göç sürecinin nüfus kâğıdını oluşturdu.

İKİLİ ANLAŞMALAR
Türkiye Cumhuriyeti sadece planlı kalkınmayı bir politika olarak saptamakla kalmadı, aynı zamanda bu göç hareketinin ikili (bilateral) anlaşmalar yolu ile gerçekleşmesini şart koştu. Böylece önce Federal Almanya ile 30 Ekim 1961’de sonra sıra ile Fransa (1963), Avusturya (1964), Belçika (1964), Hollanda (1964), İsveç (1967) ile ikili anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmalardan özellikle Almanya ile imzalananın içeriğinde “rotasyon“ yani dönüşümlü işgücü teatisi öngörüldü. Buna göre gönderilen işçiler bir yıl süre yurtdışında çalışacak sonra dönüp edindikleri bilgi ile ulusal kalkınmaya katkıda bulunacak, yenileri de yurtdışına gönderilecek. Bu “rotasyon” ilkesi hiç bir zaman uygulanamadı. Giden işçiler dönmek istemedikleri gibi Alman işverenler de güçlükle sağladıkları elemanları kaybetmek istemediler. Türkiye bu dönemde Zonguldak yöresinde yaşayan ve maden ocaklarında çalışan işçilere gitme yasağı koymanın dışında hemen hemen tümü ile eldeki vasıflı elemanlarını yurtdışına yolladı, başka bir deyimle elindeki en kıymetli elemanlarını adeta Almanya’nın kalkınmasına hediye etti. Nitkim Oxford’da bulunan ekonomist Susan Paine “İşgücü İhracatı“ adlı kitabında Avrupa’da bulunan Türk işçilerinin % 48’inin “vasıflı işçi“ olarak sayılması gerektiğinin altını çizmişti.

Bu kısa betimlemenin de gösterdiği üzere 1960’lı yıllarda Türkiye’ye yeni bilgiler kazanmış işçilerin anayurda dönüp ulusal ekonomik kalkınmayı gerçekleştirecek ajan olarak tasavvur eden plancılarımız aslında tatlı bir rüya görmüşlerdir. Zira giden işçilerimiz vasıflı da olsa bu nitelikleri pek hesaba katılmamış, onlara beyin gücünden çok kol gücü isteyen işler verilmiştir. Benim yaptığım ilk araştırma 1963 Kasım işçilerimizin yüzde 48’inin tek bir alet dahi kullanmadıklarını göstermiştir. Ayrıca yaptıkları işi üç saat gibi kısa bir zaman süresi içinde öğrenmişlerdir. Amaç açıktı: savaşın açtığı korkunç insan katliamını gidermek üzere taze genç sağlıklı işgücü kazanmak! Türk planlamacılar ayrıca Türkiye’nin içinde bulunduğu büyük döviz kıtlığını gidermeyi de ummuşlardır. Bu açıdan aradıklarını buldular: İşçilerimiz çok yüksek bir tasarruf eğilimi gösterip kazançlarının üçte ikisini tasarruf ediyor, bu paraları kara borsada değerlendirmeye çalışyorlardı. Bunu önlemek üzere hükümet işçi tasarrufları için özel bir kur ihdas etti, resmi kanallar yolu ile gönderilen paraları daha yüksek oranda değerlendirdi. Böylece Türk işçisi bir yandan Alman ekonomisini ayağa kaldırırken, öte yandan Türk ekonomisine başka yoldan sağlıyamadığı dövizi de kazandırdı. Ancak şu noktayı unutmamak gerek: Türk işçileri bu işleri yaparken evsahibi ülke memnun. Gelenleri hediye ile karşılıyor. Gönderen ülke de memnun: Havale edilen dövizle ticaret açığını kapatıyor. Ya işçilerin kişisel sorunları, ailelerinden uzak “Heim”larda yaşamlarını sürdürmeleri, hastalıkları, diğer dertleri.

Onlarla pek meşgul olan ise olmadı. Sadece “Türk Danış“ adlı bir kuruluş, Alman makamları tarafından bu toplumsal sorunlarıyla görevlendirilmiştı. Ne var ki Türk Danış, Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) bir yan kuruluşu sayılan Arbeiterwohlfahrt’ın bir şubesi, yani sol bir partinin örgütüydü. Dolayısıyla ideolojik nedenlerle Türk makamları tarafından çok fazla desteklenmedi.

İŞGÜCÜ İSTEDİK İNSANLAR GELDİ
Bu dönemde yurtdışındaki insanlarımızın büyük çoğunluğu hep dönme hayaliyle yaşamışlardı. Ev sahibi ülke ise ısrarla “Biz göç ülkesi değiliz” ilkesini vurgulamıştır. Aslında bu ısrarında günümüzde dahi devam etmektedir. Oysa İsviçreli düşünürün meşhur cümlesi ile “Biz işgücü istedik, fakat karşımıza insanlar geldi“ deyimiyle çok karmaşık, psikolojik, toplumsal, etnik, siyasal, dinsel sorunlar sarmalı ortaya çıktı. Bunu fark etmekte hayli geciktik. Bu gecikmede bir ölçüde Türk tarihinde büyük çaptaki nüfus kaydırmaların, sürgünlerin yer aldığı, iradelerinin dışında alınan bu tür kararlara insanların kader deyip rıza göstermeleri ve her göç hareketinin hem bireysel hemde toplumsal bir sorun teşkil ettiğinin farkında olmamamız yatmaktadır.

YARIN: ELEŞTİRDİĞİ ALMANYA’DAN LİYAKAT NİŞANI ALDI

14 YAŞINDA TÜRKİYE'Yİ SEÇTİ
NERMİN Abadan Unat’ın ihracatçılık yapan babası Mustafa Süleymanoviç’in ailesi Saraybosna’dan İzmir’e göç etmiş. İzmir’de doğan Süleymanoviç Avrupa’ya fındık ihraç ediyor ve sık sık Viyana’da uzun süreli molalar veriyormuş. Barones Elfriede Karwinsky’le de orada evlenmişler. Kızları Nermin de 1921’de orada doğdu. Babasının ölümünden sonra bir süre annesiyle birlikte Budapeşte’de yaşayan Nermin Abadan Unat, 14 yaşında yaşamını sürdürmek için baba vatanını, Türkiye’yi seçti. Tek başına ve maceralı bir biçimde İzmir’deki akrabalarının yanına geldi. Türkçe’yi esas olarak ondan sonra geliştirdi. İzmir Kız Lisesi’ni (1940), İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni (1944) bitirdi. Altı yıl Ulus gazetesinde çalıştıktan (1944-50) sonra ABD’de Minnesota Üniversitesi’nde lisans üstü öğrenim gördü (1952-53). Akademik yaşama 1953’te Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (S.B.F) asistan olarak başladı.

KADIN SORUNLARIYLA İLGİLENDİ
1958’de S.B.F’de doçent, 1966’da profesör oldu ve Siyasal Davranış kürsüsünü kurdu. Hür Berlin, Münih, New York City, Denver, Georgetown ve California’da Los Angeles üniversitelerinde konuk profesör olarak bulundu. 1964’te ‘Batı Almanya’da Türk İşçilerinin Sorunları’ adlı kitabı yayımlandı. Göçmen işçi sorunları ve kadın sorunları ile de yakından ilgilenen N.Abadan-Unat’ın ‘Türk Toplumunda Kadın’ kitabı Almanca ve İngilizce olarak da yayınlandı. Uluslararası Siyasi İlimler Derneği’nin (IPSA) başkan yardımcılığını (1967-70), Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin başkanlığını (1977-84) yaptı. 1978’den bu yana Avrupa Konseyi’nin Kadın/Erkek/Eşitlik Komisyonu’nda başkan yardımcılığı dahil çeşitli görevler üstlendi. 1978-80 arasında ‘kontenjan senatörü’ olarak TBMM’ye girdi. 1989’da Ankara Üniversitesi S.B.F.’den emekli olan Abadan-Unat, Boğaziçi Üniversitesi ile İstanbul Üniversitesi’nin Kadın Araştırma Merkezi’nde ders verdi. Göçmen işçiler konusunda gerçekleştirdiği bilimsel çalışmaları nedeniyle Federal Almanya Devlet Başkanı’ndan liyakat nişanı alan Abadan-Unat’ın Almanca, İngilizce, Fransızca dilinde kitap ve makaleleri bulunmaktadır. Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, halen Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarı-zamanlı öğretim üyesi.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!