Güncelleme Tarihi:
Ödülünü, Mainz'da düzenlenen törende Eyalet Başbakanı Kurt Beck'ten alan Emine Sevgi Özdamar, bu ödülü alan ve anadili Almanca olmayan ilk yazar unvanına da kavuştu. Yazı hayatına Almanca yazarak başlayan ünlü yazar, Yapı Kredi Yayınlarından çıkan “Kendi kendinin terzisi bir kambur” adlı ilk Türkçe kitabıyla da, Türkiye'de yılın en iyi 10 kitabı arasına girdi. Farklı dillerde yazmayı bir “seyahat” olarak nitelendiren Emine Sevgi Özdamar, çok dilliliğin ise büyük bir “şans” olduğuna dikkat çekiyor. Eserleri bir çok dile çevrilen yazar, “İnsancıklar” diye tanımladığı birinci nesle de sahip çıkıyor.
-İstanbul'la birlikte Avrupa'nın kültür başkenti seçilen Essen'deki etkinlikler için bir tiyatro oyunu yazdınız. Bu oyunun hikayesi nedir?
William Shakespeare'in “Gece yarısı rüyası” eserinden yola çıkarak yazdığım bir hikaye. Benim oyunum “Peri kızı” adını taşıyor. Aynaya bakarak Shakespeare cümlelerini söyleyen genç bir kızın hikayesi. Babaannesi de “gece aynaya bakma cinler seni yabancı bir ülkeye alıp götürür” diye korkutuyor. Kız ise Avrupa'ya gideceğim diye tutturmuş. Baba gözleri görmeyen, Avrupa'da kızının başına neler gelebileceğini gören bir aydın. Baba, kızına, Avrupa'da başına neler gelebileceğini, kimliğini nasıl kaybedebileceğini anlatmaya çalışıyor...
-Bu bir anlamda Almanya'ya göçü mü imgeliyor?
Aynen öyle. Ayna açılıyor ve kız aynanın öbür tarafında buluyor kendisini. Giderek yarı yanmış bir ormanın içinde insan kılığındaki suçluluk duygularıyla karşılaşıyor. Kötü bir kurt ve şairler çıkıyor karşısına ve sonunda bu bir rüyaymış meğer.
-Oyun ne zaman sahnelenecek?
Oyun yazıldı ve bitti şu anda provaları sürüyor. Enteresan bir yönetmen tarafından sahneleniyor ve şubat ayının sonuna doğru Ruhr bölgesindeki çeşitli tiyatrolarda gösterilecek.
-Almanca yasarken bir de Türkçe bir kitap yazdınız. Nasıl gelişti bu süreç?
5 tane Almanca kitap yazdıktan sonra Türkiye'de Yapı Kredi Yayınları'ndan bir kitap çıkarttım. Kitabın adı “Kendi kendinin terzisi bir kambur”. 2 yıl evvel yılın en iyi 10 kitabı arasına girdi. Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk'la birlikte. Ünlü şairimiz Ece Ayhan üzerine bir kitap. Doğruları söylemeyi seven bir şairdi. Büyük hastalıklar geçirmişti. Beyin ameliyatları oldu. Hırçın bir adam, hatta paranoyaklıkta denilebilir çünkü beyin ameliyatları bu tür etkiler yaratabiliyordu. Ben bu insanla birlikte oturmuştum. Annesi ve sevgilisiyle birlikte. Evinde bir masa, yatak, iki sandalye ve bir gaz ocağından başka bir şey bulundurmazdı. Sabaha kadar şiir yazardı. Ben de o sırada kitap okurdum ve sabah 4'e 5'e doğru “Sevgi hanım okuyun bakalım beğenecek misiniz?” diye bana verirdi. “Orta 2'den ayrılan çocuklar için” diye bir şiir kitabı vardır. Gazetelerde kayıp çocuk ilanları olurdu o dönemlerde. Ece Ayhan, “Fakir ailelerin çocukları orta ikiye kadar okumayı becerir sonra ise beceremeyip evden kaçar ve intihar ederler” derdi. Ece Ayhan'ın bu çok ilgisini çekerdi. Bunları yazdım bu kitapta.
-Uzun zamandan sonra ilk Türkçe kitap mı oldu ?
Aslında Türkçe kitap hiç yazmamıştım. Sadece Türkçe yazdığım bir tiyatro oyunum vardı. “Hamlet Ahmet”. Shakespeare'in ünlü “Hamlet” oyunundan yola çıkarak “Hamlet Ahmet”i yazmıştım. Genco Erkal'la Schaubühne tiyatrosunda sahneye koymak istiyordum. Genco Erkal oyunu çok beğenmişti. Ama o dönem barış davasından yargılandığı için pasaport alamadı ve gelemedi Berlin'e. Yazık oldu Hamlet Ahmet'e ve kimbilir ne güzel oynayacak olan Genco'ya. Avrupa'ya çıkan bir işçi Ahmet'in hikayesiydi.
-Peki yıllar sonra Türkçe yazmak nasıl bir duygu? Sizi hep Almanca kitaplarınızla tanıdı okuyucularınız...
Ben Almanca yazarken de düşünmedim hangi dilde yazayım diye. Almanca yazdığımı farketmedim bile. Türkçe yazarken de aynı şey oldu. Ece'yi en iyi Türkçe analatabilirdim. Onun bana söylediği cümleleri aynen almak istedim. Değiştirmeden. Başka bir dilde yazdığın zaman değiştirmek zorunda kalabilirsin.
-Aslında iki dilde üstelik edebi dil kullanarak kitap yazabilen yazarların sayısı oldukça azdır. Neden Almanca yazdınız?
Almanya'dasın. Günlük hayat Almanca. Telefon çalıyor Almanca yanıtlıyorsun, camı açıyorsun kimse “Simitçiiii” diye bağırmıyor. Her dil insan vücuduna başka bir tempo verir. Şehrin ritimleri vücuda girer. Yani, bir endüstri ülkesinde mi yaşıyorsun yoksa sakin bir köyde mi yaşıyorsun vücudun ona göre değişir. Ben bunu, Türkiye'ye gittiğim zaman farkediyorum. Cunda adasında “Aman Sevgi, sen endüstri ritmini vücudunda taşıyorsun. Buradaki insanlara bu ritmi verme” diyorum kendi kendime. Biliyorsun şehir hayatında peynir alırken bile hızlı hızlı konuşman lazım. Sırada biri daha bekliyordur. İnsanların zamanı az. Orada ise bakkalın vücut dilini almaya çalışıyorum. Çok sakin ve yavaş hareket ediyor. Ancak o zaman Türkiye'ye ayak bastığımı hissedebiliyorum.
-Anadilde yazmak biraz daha ayrıcalıklı veya rahatlık oldu mu?
Başka bir seyahat. Almanca yazmak başka bir seyahat, Türkçe başka bir seyahat. Her dili kullanmak farklı bir seyahattir.
-Hani şöyle bir klişe vardır. Almanca daha çok teknik ve mantık dili, Türkçe ise daha duygusal diye. Buna katılır mısınız?
Bu kimin konuştuğuna bakar. Bir gün Cafe'de otururken, arkadaşlardan birinin babasıyla konuşuyorum. Bana, “Kızım galiba sen Türkçe bilmiyon” dedi. Haklı. Benim Türkçe'm farklı onun ki farklı. Aslında anadil de öğrenilen bir dildir. Kimden öğrendiğine bakar. Almanya'da kafamdaki en büyük sorulardan biri, Almancayı kimden öğrendiğimdi. Türkiye'de anne, baba ve babaannenden öğrendiğin dili sorgulamıyorsun. Aynı zamanda o dilin içinde bir de sevgi kaynağı var. Bunu ben Almanca da bilemiyorum. Acaba birisini taklit mi ediyorum yoksa severek mi konuşuyorum. Doğru kişiden mi öğrendim yoksa yanlış kişiden mi? Ama benim şansım Alman diliyle tiyatroda karşılaşmamdır. Tiyatro dilinde bir dramaturji vardır, bir yapısallık vardır. Büyük duygular vardır. Tiyatro vücutlar arasında bir diyalogdur. Alman dilinde yaptığımız yanlışlar bizim kimliğimizdir diye düşünüyorum.
-Dilde yapılan yanlışlar göçmenlerin kimliğini mi oluşturuyor?
Evet öyle. Ben Almanya'da ilk oyunumu yaparken bir seyahat yapmıştım. Berlin'den İstanbul'a trenle gitmiştim. Trende Yugoslavlar, Yunanlar ve Türkler vardı. Ortak dil Almanca'ydı. 3 gün 3 gece herkes kendisini anlattı. Benim için orada kullanılan dil operadaki değişik aryalar gibiydi. Herkes anadillerinin resimlerini Almanca'ya aktarıyordu. Bambaşka bir dil ortaya çıkıyordu ve değişik değişik yanlışlar yapıyordu. Ama gene kendi anadillerinden yola çıkarak yapıyorlardı bunu. O zaman bu yanlışların aslında bizim kimliğimiz olduğunu gördüm. Onun için ilk oyunumda bu hataları bir dramaturjiye oturttum. Ama korkmayacaksın yabancı dilde. Çünkü yabancı bir dil insanı yanlış da eğitebilir.
-Yabancı dil öğrenirken, kullanmaya korkuyor mu insan?
Evet ama korkmayacaksın yabancı dil kullanırken. Tabi ister istemez insanlar ürküyor. Örneğin, ya bana ev vermezse, ya bana iş vermezse diye ürküyor insan. Bu dile de yansıyor.
-Ama şöyle bir gerçek de var. İnsanlar ev alamama veya iş bulamama korkusuyla farklı kimliğini gizlemek zorunda kalabiliyor.
Bence bu daha çok sınıfsal bir problem. İnsancıklar buraya geldiler. Kötü şartlardan kurtulabilmek için yabancı bir ülkeye geldiler. Türkiye'deki rollerini kaybettiler. Kurulu hiyerarşilerden çıktılar. Orta sınıf bir Türk diyelim, ya da üstü sınıftan örneğin; Sabancı'nın kızı buraya gelse bu sorunlarla karşılaşmaz. Ya da bir mimarın oğlu buraya okumaya gelse daha az sorunla karşılaşır. Örneğin AB meselesinde bile eğer Türkler işçi olarak gelmeselerdi durum farklı olurdu. Avrupa Kapitalizmi'nin Türkiye'ye ihtiyacı varsa Türkiye'nin AB'ye girme şansı daha çok olurdu diye düşünüyorum. Çünkü burjuvazi birbirleriyle karşılaşıp konuşmak istiyor. Avrupalılar mesela Orhan Pamuk'u beğeniyorlar. Orhan, kuvvetli bir sınıftan geliyor. Zeki, entellektüel bir yazar. Ona hayranlar. O yüzden sınıfsal bir problem diyorum sizin değindiğiniz bu soruna.
-Bir çok edebiyat ve sanat ödülüne layık görüldünüz. Ödüller sanatçı için onur verici bir şey. Bu ödüllerin yazı dünyanıza bir katkısı oluyor mu?
Seviniyorsun ama sonra da unutuyorsun. Çünkü yaptığın işine dönüyorsun. Hep öyle olmuştur.
-Peki Türkçe romanlarınızın veya yazılarınızın arkası gelecek mi?
Olabilir. Şu anda yine Almanca bir tiyatro oyunu yazıyorum. Essen'deki tiyatro “Peri Kızı” oyunumdan sonra bir oyun daha hazırlamamı istedi. Ben Türkçe yazmadan evvel, Türkçe yazayım diye kafamdan geçirmedim. Bir baktım kendi kendimle daha çok Türkçe konuşuyorum. O sıralar daha çok Türk arkadaşlarla olmak istiyorum. Normaldir. Bazen bu dile göç edersin bazen diğer dile göç edersin. Belki o zaman Almanya'daki şartlar hoşuma gitmiyordu. Örneğin o dönemde yabancılar çok fazla politikaya alet ediliyorlardı. Mesela Almanca'ya karşı alerji olmuş olabilir. O nedenle Türkçe'ye dönmüş olabilirim. Tabi insanın iki dilli olması büyük bir şans. Hatta iki dile de kızarsan 3.dilde yazabilirsin.
-Son zamanlarda Almanya'da göçmenler aleyhine söylenmesi düşünülemeyen bazı şeyler çok açıktan söylenir hale geldi. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Beni en çok duygulandıran onların cahil dediği ilk kuşak Türklerdir. İlk kuşaktan insanları ellerinde bir bastonla parkta dolaşırken görüyorum. Bazen pencereden izliyorum onları. Üç tane insancık yürüyor. Yavaş yavaş parkın içinde yürüyorlar. Sanırsın ki sanki köyde tarlasının kenarında yürüyor. Hala vücudunda Türkiye'de edinmiş olduğu vücut dili var. O insanlar, tutunacakları bir dalları olmadığı halde belli bir hikayeyi başlatan insanlar. Bu insancıklar belki İstanbul'u görmeden buraya geldiler. Onların başına gelenler belki de pişmiş tavuğun başına gelmedi. Ayrıca Türkiye'den de o insanlara hiçbir yardım gelmedi.
-Onların burada doğup büyüyen çocuklarının da dil sorunu gündeme geliyor...
Onların çocukları bütün zorluklara rağmen bir şeyler başarmaya çalıştılar. Çünkü dilde büyük zorlukları var. Dil öğrenmek bir lükstür. Baban doktorsa çabuk öğrenirsin. Çocuklar da öyle okulunu rahat bitirebilir. Eğitim burjuvazisidir bunun adı. Oradan geliyorsan şansın daha farklı oluyor.
Kazandığı ödüllerden bazıları:
1991: Ingeborg Bachmann Ödülü
1993: Walter Hasenclever Ödülü
1994: London Times “Yılın en iyi uluslararası kitabı”
1994: „Mutterzunge“ adlı kitabı ABD'de Publishers Weekly tarafından yılın en iyi kitapları arasına seçildi
1999: Adelbert von Chamisso Ödülü
1999: LiteraTour Nord ödülü
2001: Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti Edebiyat Ödülü
2004: Heinrich-von-Kleist Ödülü
2006 „Das Leben ist eine Karawanserei“ adlı kitabı ABD'de Yayıncı Peter Boxall'ın yayınladığı “Ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitap” adlı katalogda Thomas Mann, Frank Kafka ve Miguel Cervantes gibi isimlerle birlikte yer aldı.
2009: Berlin Sanat Ödülü
2010: Carl-Zuckmayer Madalyası
Kitapları ve Çevrildiği diller:
1990: İlk hikaye kitabı “Mutterzunge” (Rottbuch Yayınevi)
1992 :İlk romanı “Das Leben ist eine Karwanserei...” (Kiepenheuer & Witsch Yayınevi)
1998: İkinci romanı “Die Brücke vom Goldenen Horn“ (Kiepenheuer & Witsch yayınevi)
2001: Hikaye kitabı “Der Hof im Spiegel“
2003: Üçüncü romanı “ Seltsame Sterne starren zur Erde“, (Verlag Kiepenheuer & Witsch Yayınevi)
2006: İstanbul üçlemesi „Sonne auf halbem Weg“, (Verlag Kiepenheuer & Witsch Yayınevi)
2007: İlk Türkçe kitabı “Kendi kendinin terzisi bir kambur” (Yapı Kredi Yayınları)
(Emine Sevgi Özdamar'ın kitapları, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Finlandiya, Hollanda, İspanya, Portekiz, Norveç, Kanada, Rusya, İtalya, Yeni Zellanda, Avustralya, Türkiye, İran'da yayınlanmıştır)
KUTU (3) ///////////////////////////
ÖZGEÇMİŞ:
-12 yaşında bursa Devlet Tiyatrosunda ilk tiyatro oyununda rol aldı.
-1067-70 yılları arasında İstanbul'da Tiyatro eğitimi aldı
-1976 Doğu Berlin'de Volksbühne tiyatrosunda, Brecht'in öğrencisi Benno Besson ve Matthiass Lanhoff'la çalıştı.
1978-79 Paris ve Avignon'da Benno Besson'la birlikte Brecht'in bir oyununu sahneledi.
1979-84 Bochum Tiyatrosunda oyuncu olarak görev aldı
1986 Frankfurt Tiyatrosunda yönetmen olarak çalıştılar
1982 yılından beri ise yazar olarak edebiyat dünyasında yerini aldı.