Güncelleme Tarihi:
Sosyal medya hesaplarında Özgecan’ın fotoğrafı karşıma çıkınca sanki olanlar benim suçummuşçasına utanıyor, duraksıyorum. Belki de benim suçum.
Yolda biri laf attığında ya da sadece bakışlarıyla gardımı almama neden olduğunda sesimi çıkartmadığım, sürekli tehdit altında yaşamanın normal olmadığını fark etmediğim için.
Ne giyeceğime karar verirken “Yanımda bir erkek olacak mı bugün” diye düşündüğüm ve bunun ne denli kısıtlayıcı, aşağılayıcı ve yenilgiyi kabul eden bir düşünce tarzı olduğunu göremediğim için.
Kısacası içine doğduğum cinsiyet dengelerinin değiştirilebilir, değiştirilmesi gereken bir şey olduğunu fark edip ona göre davranmadığım için. Ama bütün bunlardan bahsetmeyeceğim bugün.
Bugün bir itirafta bulunacağım.
* * *
Bütün bu haberleri okurken, hala Türkiye’de yaşayan kız arkadaşlarımın isyanlarını, endişelerini dinlerken içten içe “İyi ki artık o ülkede yaşamıyorum” dedim.
Şimdiye dek hep “Mutlaka eve döneceğim. Ne olursa olsun” derdim ama sanki Londra’da kendimi daha güvende hissettiğimi, dönmeyi çok da istemediğimi fark ettim.
Kendim için korktuğumdan değil aslında… (İnsan psikolojisi işte… Gerçekleri istatistikleri görsem de “Benim başıma gelmez” modundayım hala.. Onlarca araştırmayı okuyup, kanser riskini bilip yine de “Benim başıma gelmez” diyerek sigara içmekten çok da farklı değil sanırım)
Ama bir gün bir kızım olursa burada erkek şiddetine maruz kalmadan normal bir hayat yaşayabileceğini, toplu taşıma araçlarında son yolcu olmaktan korkmadan canı ne isterse onu yapabileceğini düşündüm ve “İyi ki gelmişim Londra’ya... Ne kadar istesem de dönmek doğacak çocuklarıma haksızlık olur” dedim.
Hatta erkek arkadaşımla bunu konuştuk, o da bana hak verdi. “Sen Londra’dayken iş için yurtdışına çıkmam gerektiğinde korkmuyorum” dedi.
Ama sonra İngiltere’de faaliyet gösteren kadın hakları derneği Women’s Aid’den bir eposta aldım.
* * *
Aylar önce ufak bir bağış yaptığım dernek gerçekleştirdikleri kadın cinayetleri sayımının (Femicide Census) sonuçlarını içeren bir basın bildirisi yollamıştı bana.
Bildiride 2009-2013 yılları arasında İngiltere’de kadın cinayetlerine kurban gidenlerin listesi yer alıyordu.
Ve sadece kadın oldukları için öldürülen, katledilen kadınların yer aldığı bu listede tam 693 isim vardı.
Evet yanlış okumadınız.
Tam 693 kadın, benim kadınlar için güvenli dediğim, cinsiyet eşitliğinin beşiği sayılan bir ülkede sadece kadın oldukları için öldürülmüştü.
Araştırmacılar son on yılda İngiltere’de haftada ortalama 2 kadının partnerleri ya da eski partnerleri tarafından katledildiğini söylüyor ve bu gidişatın düzelecek gibi de görünmediğini belirtiyordu.
Verileri okudukça, “Lanet olsun Türkiye’ye, Türk erkeğine” dediğim, “En azından Avrupa’da insan gibi, korkmadan yaşıyoruz” diye düşündüğüm için kendimden utandım.
Cahilce, bakmadan, araştırmadan kadına karşı şiddetin “Şark’a, Türkiye’ye, az gelişmişliğe özgü bir şey” olduğunu varsaydığıma üzüldüm.
Ben bunları düşünürken akademisyen Bülent Somay çok doğru bir tespitte bulundu. Somay, tecavüzün “Şark’a, İslam’a, az gelişmişliğe” değil, erkek egemenliğinin, ataerkilliğin var olduğu her ülkeye özgü olduğunu söyledi ve kadına karşı şiddetin gelişerek değil, ataerkilliğin, erkek egemenliğinin sonunu getirerek önlenebileceğini belirtti.
* * *
Evet itiraf ediyorum.
Yanılmışım, cahillik etmişim.
Biz Avrupa’da da güvende değiliz.
Ve erkek şiddetinden kaçıp saklanabileceğimiz pek çok yer yok dünyada.
O yüzden sorunun Türkiye’den ibaret olmadığını görmek, gerçek suçluyu tanımlamak gerekiyor.
Gerçek suçlu erkek egemenliği.
Bununla bizlerin, Avrupa’daki kadınların da tüm güçleri ile savaşmaya devam etmesi gerekiyor.