Oluşturulma Tarihi: Ekim 10, 2015 15:30
Almanya’nın eski Cumhurbaşkanı ve Kuzey Ren Vestfalya (NRW) Eyaleti eski Başbakanı Johannes Rau’nun en çok güvendiği politikacılardan biri de Franz Müntefering’di.Müntefering, Sosyal Demokrat Parti’ye (SPD) gönül vermiş bir politikacıdır.
1966 yılında SPD’ye üye olmuş.1992-1995 yılları arasında Rau döneminde NRW Çalışma, Sağlık ve Sosyal Bakanı olarak görev yapmış.1998 yılında Schröder hükümetinde Federal Ulaştırma, İmar ve İskan Bakanı olarak görev almış.1999-2002 yılları arasında SPD Genel Sekreteri, 2004-2005 ve 2008-2009 yılları arasında da partinin genel başkanı olarak görev yapmış.2005-2007 yılları arasında da Merkel hükümetinde Başbakan Yardımcısı ve Federal Çalışma Bakanı olarak görev almış.Franz Müntefering, sonradan ölen kanser hastası eşinin yanında olabilmek için 2007 yılında istifa edip hem Başbakan Yardımcılığını hem de Federal Çalışma Bakanlığı’nı bıraktı.Ölüm döşeğinde başucundan ayrılmadığı eşini 2008 yılında kaybetti.Yalnızlık korkusuna dayanamayıp bir yıl sonra şu anda Federal Meclis milletvekili olan kendisinden 40 yaş daha genç gazeteci Michelle Schumann’la evlendi.2013 yılında yapılan genel seçimlerde de milletvekili adayı olmayıp ‘aktif politikaya’ veda etti.Franz Müntefering ile hem SPD Genel Sekreteri, hem SPD Genel Başkanı hem de Federal Çalışma Bakanı olarak görev yaptığı dönemlerde çeşitli vesilelerle bir araya geldik.Çok kez söyleşi de yaptım.
BİRLİKTE YAŞAMAK MÜMKÜNDÜRTürkiye’de Kürtlere azınlık statüsü verilmesi tartışmalarının yoğunlaştığı günlerde ve Almanya’ya yabancı iş gücü göçünün 45’inci yılında, yani 2000 yılında Müntefering’e, “Almanya’da yaşayan Türk kökenlilerin ilerde azınlık statüsü talebinde bulunmalarından korkmuyor musunuz?” diye sormuştum.
Yanıtı çok açıktı:
“Hayır. Ama böyle bir şey de denenmemelidir. Ben bizim toplumumuzun birbirine çok açık, birbirine yaklaşan ve birlikte yaşayabilecek bir toplum olduğunu sanıyorum. Biz, her iki taraf olarak kültürler arasında köprüler kurmak zorundayız. Farklı kültürlerden insanların mantıklı bir şekilde ve barış içinde birlikte yaşamaları için çaba gösterilmeli. Bu mümkündür.”“Almanya’ya iş gücü göçü 45 yıl önce başladığı halde, özellikle son dönemlerde yeniden ağırlıklı olarak uyum tartışılmaya başladı. Acaba bu ülkede bu süre içinde bir takım yanlışlıklar mı yapıldı?” sorumu da şöyle yanıtlamıştı: “Hayır, sanmıyorum. Geçen 45 yıl içinde ülkemize çok sayıda insan geldi. Bu dönemde Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan çok sayıda Alman kökenli insan da buraya geldi. Bu kadar insana kucak açmak bizim toplumumuzun bir başarısıdır. Almanya’nın Doğu’su ile Batı’sındaki insanların birbirlerine alışmaları gerektiği de gözardı edilmemelidir.”O dönemdeki anamuhalefet Hıristiyan Demokrat/Hıristiyan Sosyal Birlik Partileri (CDU/CSU) ‘Aile Birleşimi Yasası’ çerçevesinde Almanya’ya gelecek yabancı çocuklarda yaş sınırının 16’dan 10’a düşürülmesini talep ediyordu. Müntefering’e “SPD muhalefetin bu yöndeki taleplerini nasıl değerlendiriyor?” diye de sormuştum.İşte Müntefering’in cevabı:“Şayet anne-babalar yasal olarak burada yaşıyorlarsa, 16 yaşına kadar olan çocuklarının Almanya’ya gelmeleri mümkün olmalıdır. Hatta özel durumlarda 18 yaşına kadar. Tabii biz burada doğan bazı çocukların okul çağında ailelerinin ülkelerine gönderildiklerini ve sonradan yine buraya getirildiklerini de görüyoruz. Ama ebeveynler bu durumun çocuklarının çıkarına mı olduğu sorusunu kendi kendilerine sormalıdır. Buraya kendi ülkelerine özgü eğitimle geri gelmekteler. Bu yerindedir, doğrudur, ama onlar orada bizim dilimizi öğrenmiyorlar. Biz kimseyi Almanca öğrenmeye zorlamak istemiyoruz. Diğer diller de Almanca kadar güzel ve Almanca kadar değerli. Ama, bu pratik yaşamla ilgili bir sorundur. Almanca konuşulan bir toplumda ancak bu dilin bilinmesi durumunda başarılı olunabilir. Bize göre, aileler çocuklarını buraya getirmek için erken karar vermeliler.”
ÖNCÜ KÜLTÜR TARTIŞMASI YERSİZHemen ardından, “Kimseyi Almanca öğrenmeye zorlamayacağınızı söylediniz. CDU tarafından gündeme getirilen ‘öncü kültür’ (Leitkultur) tartışmaları Almanya’da birlikte yaşamı hangi ölçüde etkiledi?” sorumu da şöyle yanıtlamıştı: “Biz baştan itibaren ‘öncü kültür’ tartışmalarını yersiz bulduk. Avrupa’da da, Almanya’da da her zaman farklı kültürler mevcuttu. Bavyera ile Schleswig-Holstein arasında farklılıklar var. Burada önemli olan herkesin temiz bir yüksek Almanca konuşması değil, birbirleriyle anlaşabilmesidir. Farklı dinleri olduğu gibi, farklı kültürleri de kabul etmek gerekir. Farklı kökenden gelen insanların önceliklerini kabullenmek gerekir. Burada önemli olan, bu toplumda insanların birbirleriyle anlaşabildiği ortak bir dildir.”Müntefering’e “Almanya’da son dönemlerde ağırlıklı olarak Fransızca-Almanca, İngilizce-Almanca, İspanyolca-Almanca eğitim veren okullarının sayısı artmakta. Buna karşın bazı eyaletlerdeki okullarda Türkçe anadil dersleri kaldırılmak istenmekte. Bu bir çelişki değil midir?” diye de sormuştum.SPD’li politikacı, “Sözünü ettiğiniz diller, Avrupa Birliği’nde dominant dillerdir. Eyaletlerdeki düzenlemeleri bilmiyorum. İki dilli eğitimi prensip olarak doğru buluyorum. Ama Almanca yerine Türkçe alternatif olmamalı. Bu durum birlikte yaşam hedefimizle çelişir” yanıtını vermişti.“Almanya’da aşırı sağcı eylem ve saldırılar birlikte yaşamı zorlaştırmakta. Almanya’nın bazı kesimlerinde aşırı sağcılar tarafından ‘Milli Kurtarılmış Bölgeler’ oluşturulmaktadır. En köklü partilerden birinin genel sekreteri olarak bu durumdan tedirginlik duymuyor musunuz?” sorumu da şöyle yanıtlamıştı: “Böyle bir durum kötüdür, üzüntü ve utanç vericidir. Federal Hükümet aşarı sağın ve yabancı düşmanlığının üzerine ciddi bir şekilde gitmektedir. NPD’nin yasaklanması girişimi bu yönde atılmış kararlı bir adımdır. Bu bataklık kurutulmalıdır. Meydanları ve sokakları bu sağcı dayakçılara bırakmamalıyız.”
ÇÖZÜM OLARAK GÖRMÜYORUM“Son yıllarda Almanya’da şiddete başvuran bazı Türk gençleri sınır dışı edilerek, soruna suni bir çözüm yolu arandı. Sizce burada doğan, burada büyüyen ve tüm sosyalizasyonunu burada kazanan bu gençlerin, tabii suç işlemelerinin savunulacak hiçbir yönü yoktur ama, suç işlediler diye ailelerinin geldikleri ülkelere sınır dışı edilmeleri bir çözüm yolumudur?” soruma yanıtı ise şöyle oldu: “Tabii bu bir çözüm değil. Artık burada doğan ve otomatik olarak Alman vatandaşı olan çocuklar bundan sonra böyle bir şeyden etkilenmeyecektir. Bazı istisnalar yaşandı, ama bu genel bir uygulama değildi. Burada suç işleyenlerin çoğu, Alman pasaportlu olsun, yabancı pasaportlu olsun Almanya’da yargıç önüne çıkmaktadır. ‘Hoşlanmadıklarımızı sınır dışı edelim’ yöntemini çözüm olarak görmüyorum ve bunun uygulanmasına karşıyım.”Tabii Müntefering’e, “Sizin partinizin genel başkanı olan Başbakan Gerhard Schröder’in de desteğiyle Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye AB’ye adaylık statüsü verildi. Ancak daha sonraki dönemlerde hem hükümet partileri hem de muhalefet partileri tarafından yapılan tüm yazılı ve sözlü açıklamalarda hep 12 müstakbel üyeden bahsedilmekte. Yani Türkiye hep dışta tutulmakta. Acaba Helsinki Zirvesi’nde söz verenler Türkiye konusunda samimi mi değillerdi?” sorusunu da yöneltmiştim.Müntefering, “Kesinlikle samimilerdi. Türkiye’ye de diğer 12 ülkeye olduğu gibi adaylık statüsü verildi. Türkiye’ye de tıpkı diğer ülkeler gibi muamele edilecek. Ancak henüz Türkiye ile AB arasında üyelik görüşmelerine başlanmadı” diye yanıtladı.
YABANCI İSİMLERE ALIŞILDI“Berlin’de Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg’e çok yakın bir yerde oturuyorsunuz. NRW’de görev yaptığınız dönemde de Türklerle iç içe oldunuz. Ne gibi tecrübeleriniz oldu?” soruma da şöyle cevap verdi:
“Kreuzberg’e de gittim, ama çok sık değil. Fakat Duisburg-Massloch ve Dortmund’un kuzeyindeki durumu çok iyi tanıyorum. Orada gördüğüm, tanıştığım insanların çoğu Alman pasaportu olmayanlardı, çoğu da Türk. Caddelerde Türk kültürü veya diğer milletlerin kültürü hakimdi. Bazı mahallelerde belirli bir milletten insanların birlikte olmak istemelerini anlıyorum. Çünkü insanlar tanıdıklarının, akrabalarının yakınlarında olmak istiyorlar. Ben buralarda insanların kendi kültürlerini korumak istemelerini de iyi buluyorum. Bu geçmiş nesillerde de böyleydi. 20’li yıllarda Ruhr bölgesine Polonya’dan birçok insan geldi. İsimleri hiç de Alman ismine benzemiyordu. Ama zamanla birlikte yaşam onların toplumun ayrılmaz bir parçası olduğunu ortaya koydu. Almanya’nın önemli futbol kulüplerinde Schalke 04’de Sepan, Kutzora gibi isimler vardı. Bunlar Vestfalya isimleri değildi. Ama zamanla bu isimlere alışıldı, kimse yadırgamadı.”