Güncelleme Tarihi:
Avrupa, çok kültürlülüğünü sorguluyor
Almanya'nın Ludwigshafen kentinde 9 Türkün ölümüyle sonuçlanan yangının arkasında ırkçı bir kundaklama eyleminin olup olmadığı kuşkuları sürerken Almanya'nın başka kentlerinde de eşzamanlı yangınların çıkması, Hollanda'da bir caminin yakılmaya kalkılması ile dikkatler tekrar yükselme gösteren ırkçı saldırılara çevrildi. Danimarka'da İslam'ı hedef alan karikatür krizinin yinelenmesi, buna tepki olarak farklı ülkeden Müslüman gençlerin sokağa dökülmeleri, çok daha önce Fransa'da patlayan varoş isyanı Avrupa'da farklı inanç ve etnik kökende olan yabancılarla kendi sistemlerinin uyumu sorununu tekrar gündeme çıkardı.
Entegrasyon mu asimilasyon mu tartışmaları aslında yeni bir tartışma değil. Şimdiye dek Avrupa, özellikle Almanya bu sorunu "Avrupa'ya uyum gösteremeyen yabancılar" olarak formüle edip rahatlıyordu. Yabancıların uyum göstermede kendilerinden kaynaklanan sorunları elbette vardı ama bu sadece gerçeğin ufak bir parçasıydı, sorunun doğru formülasyonu "Yabancılara uyum gösteremeyen Avrupa" olmalıydı. "Yabancılar" sözünde bile sorun vardır. İşte son zamanlarda Avrupa'nın farkına varmaya başladığı şey bu gerçektir.
Çokkültürlü bir sosyal ve siyasal sistem kurmayı başardıklarını sanıyorlardı ama şimdi bu sistemlerinin sorunlu olduğunu görmeye başlıyorlar. Çoğulcu bir yapı çoğulculuğun içselleştiği anlamına gelmezdi çünkü. Kendinden olmayanların kültürünü bir folklor gibi görüp ona tolerans göstermekle bu kültürleri evrensel kültürün tamamlayıcı bir parçası olarak görmek farklı iki şeydir. Eksik olan bu ikinci görüş açısıydı. Bu açıdan baktığınızda din ve inanç sorunuyla veya başka deyişle laiklik sorunuyla karşılaşmak kaçınılmazdı. Ve nitekim karşılaşıldı da. Önce Fransa'da başlayan laiklik tartışması bugünlerde İngiltere'yi de sardı.
Batı Aydınlanmacılığı sorunludur
14 Şubat 2008 tarihli Herald Tribune gazetesinde iki akademisyenin birlikte kaleme aldıkları çok ilgi çekici bir yorum yer aldı. Bu yorumun tam metnini 20 Şubat tarihli Radikal gazetesinde bulabilirsiniz. Bu yazının temel fikri "Avrupa laikliğinin entegrasyona engel olduğu" tezidir. Bu yoruma konu olan olay Anglikan Kilisesi Başpiskoposu Rowan Williams'ın büyük tartışma yaratan şeriat ile ilgili sözleriydi. "Ne yazık ki, medya fırtınası arasında asıl mesaj kaybolup gitti. Oysa aslında, laik devletin otoritesinden ve bunun genelde dini azınlıklar, özelde Müslümanlar üzerindeki etkisinden bahsedilmekteydi. Zira Williams'ın gerçek hedefi gitgide otoriterleşen modern liberal devletin din karşıtı yapısıydı" diye başlıyor yazı.
Şöyle devam ediyor: "İslam'ın laik demokrasilere entegre edilmesi, tüm Batı dünyasının karşısında dikilmiş ciddi bir sorun. Maalesef mevcut laik entegrasyon modellerinde sıkıntı var. Çokkültürlülüğün Britanya ve Hollanda modelleri tüm vatandaşlara eşit hak sağlamayı umuyordu, ne var ki, iki ülke de dine dayalı kültürel bağlılığı terk etmekle, çoğunluk ve azınlığın paylaşabileceği önemli aracı kaybetti. Fransız modelinin dine yer vermeyi reddetmesi, Fransız kimliği kavramının genişletilmesini de engelliyor. Tüm Avrupa modelinin sorunu şu ki, laik yasayı dini ilkelerin üzerine ve karşısına oturtuyor. Tarafsızlık, hoşgörü sağlamak şöyle dursun, laik Avrupa devleti hayatın her alanını kontrol edip yasaları belirleme hakkını kedisinde görüyor ve devlet kısıtlamaları özellikle din üzerinde uygulanıyor. Kanunen laiklik her türlü rakip egemenlik veya meşruiyet kaynağını yasadışı sayıyor. Siyaseten laiklik kamusal tartışma ve karar alma mekanizmalarında dine bir önem vermeyi reddediyor. Kültürel açıdan laiklik, kendi norm ve standartlarını diğer tüm inanç sistemlerine dayatıyor. Sonuçta liberal eşitlik vaadi laik aynılığın dayatılmasından başka bir şey olmuyor. Bu durumda çağdaş liberalizm dinlere kendi özerkliğini veremiyor. ABD'deki Müslümanların Avrupa'dakilerden daha az yabancılaşmış görünmesinin nedeni belki de bu. Avrupa Aydınlanma anlayışı devleti dinden korumaya çalışırken Amerikan sisteminde dini devletten koruma çabasının bu durumda etkisi var. Müslümanların çoğunlukla karşı çıktıkları şey inanç farklılığı değil, inancın Avrupa projesinde hiç yerinin olmaması."
Avrupa ve biz farkı
Bir gazete makalesi olarak yazılmış olmasına karşın bu yazıda anlamı derinlere inen çok önemli cümleler var. Örneğin, militan laiklik anlayışı nedeniyle "çoğunluk ve azınlığın paylaşabileceği önemli bir aracın" yitirilmesinden söz ediyor. Yani bir tarafta Hıristiyan çoğunluk diğer tarafta Müslüman azınlık var, bu insanlar faklı da olsa dinsel temellerde çok daha iyi birbirlerini anlayabilir, yakınlaşabilirler. Her iki kültürün içinde dinsel öğeler çok güçlü. Yazıda, militan laikliğin araya duvar çektiği söyleniyor. Yalnızca duvar çekilmiyor, böylece duvarın iki yanında karşılıklı dinsel önyargılar da korunmuş, pekiştirilmiş oluyor. "Laik aynılığın dayatılması", "Kendi kültürel norm ve standartlarını dayatması", "Avrupa Aydınlanma anlayışı devleti dinden korumaya çalışıyor" cümleleri de altı çizilecek önemde. Bu sözler bize de hiç yabancı gelmiyor. Fakat arada ciddi bir fark var.
Avrupa kendi aydınlanmasını sorgulamaya çok önce başlamıştı. Daha 2. Dünya Savaşı içindeyken bir yandan Hitler faşizminin şok etkisi, diğer yandan Stalin despotizminin yarattığı derin düş kırıklığı Avrupa aydınlarını, Aydınlanma çağını, pozitivizmi, yerleşik felsefe ve tarih anlayışlarını, liberalizmi ve Marksizmi eleştiriye yöneltti. Bir grup Marksist, Frankfurt Okulu adıyla anılan çalışmalarla "Eleştirici Felsefe" akımını yarattı. Tarihe resmi tarih dışından bakan, Annales Okulu gibi karşı-tarih ekolleri doğdu. Bu süreç soğuk savaş döneminin bitmesiyle daha da hız kazandı. Aklı, bilimi mutlaklaştıran, tanrılaştıran Aydınlanma çağı eleştiri oklarının hedefi oldu. Resmi tarihin bize önyargılı tanıttığı ortaçağ, önceki yazımda da değindiğim gibi yeniden ve yeni bir gözle okumaya alındı. Demek istiyorum ki, Batı laikliği yeniden eleştirirken donanımlı, bu nedenle bizdeki gibi "laik rejim tehlikede" çığırtkanlığı yapanlar yok. Donanımlı çünkü geri planda çok ciddi bir felsefi birikim var. Onsuz laiklik tartışması yapılamaz. Henüz girmeyip etrafında dolandığım bizimle ilgili soru ise "Bir felsefe geleneğimiz var mı?" sorusudur.
Eleştirici düşünceler yeni
Bize gelince kalıplaşmış düşünceler dışında farklı ve eleştirici bakabilme çabaları, esas olarak 12 Eylül rejiminin hem sağda hem solda yarattığı uyarıcı etkileriyle çok yavaş biçimde 1980'lerin sonunda ve özellikle de 90'larda başladı. Askeri-vesayetçi, bürokratik-devletçi Kemalist rejim eleştirileri merkezdeki eleştiriler oldu. Yetersiz ama yine de ciddiye alınması gereken bir entelektüel birikim var. Bu geniş birikime daraltıcı biçimde "liberal" damgasını basmak da doğru değildir. Bu havuzun içinde Müslüman kesimin aydınlarının da solun da liberallerin de düşünsel katkıları var.
Bu entelektüel birikim "değişim" vaadiyle ortaya çıkan AK Parti için de çok ciddi bir destek oldu. AK Parti'nin Batı'dan aldığı destekte bile bu birikimin belirleyici rolü görülmelidir. Batı, AK Parti'yi aynı zamanda bu birikim üzerinden de okudu. Meseleyi bu genişlikte görmeyip, bu desteği "liberallerin siyasi ittifakı" gibi yorumlamak ve sonra dönüp bu ittifakın bozulduğu veya sürdüğü tartışmalarını yapmak ya da düşüncelerin karşısına oy çokluğunu çıkarmak hem gerçek dışı, hem yanlış hem de bu entelektüel birikimi ve de ortak değişim hedefini basitleştirmek oluyor. Demokratik değişim hedefine bağlı kaldığı sürece AK Parti bu birikimin desteğini alır, yan çizdikçe de eleştirisini. Bu kendiliğinden böyle olur.
(23 Şubat 2008 günü Referans gazetesinde yayınlanmıştır)