Almanya'dan kesmece hikayeler

Güncelleme Tarihi:

Almanyadan kesmece hikayeler
Oluşturulma Tarihi: Şubat 14, 2010 17:33

FARKINDAYDILAR ; Beklenmedik bir tehlike benliklerini sarıyor,sarıyor, onları ateşe sürüklüyordu. Bedenlerindeki cinsel güdülerin zorlamasıydı bu. Açlık gibi, susuzluk gibi.

Haberin Devamı

Açıkçası, aşk,şehvet ve kadın arıyorlardı.

Doğaya karşı mı çıkacaklardı. O kadar güçlüydü ki bu arzu ve istekler. Erkek milletinin buna karşı çıkamayacağını herkes biliyordu. Zaten , onlar da karşı da koyamadılar. Arzularına teslim oldular.

Ondan sonrası mı ? Koyver gitsin.

Kimi aşık oldu Türkiye'deki dört çocuğunu ,karısını unuttu. Yuvalar yıkıldı. Kiminin bir Alman kadından çocuğu oldu. Bunu duyunca kentten kaçtı. İzini kaybettirdiğini sandı. Ancak, yıllar sonra çocuğunun anası ona bir fatura gönderip yüklü bir tazminat istedi. Alman yasaları ve sistemi böyleydi. Adama ödetirdi. Ödediler.

Daha sonraları, gazetelerde sık okuduğumuz ,' Babamı arıyorum. Onuhiç görmedim. Sadece bu fotoğrafı var elimde' diyen genç insanlar ortaya çıktı.

İşte ne olduysa o ilk acemilik yıllarında oldu.
O yıllara dönelim.

Haberin Devamı

GELDİKLERİNİN
üçüncü ayında, kıvranmaya başladılar.
Cinsel güdüler ayaklanmış, onları zorluyordu.
Kimseye söylemiyorlardı ama kendi kendileriyle hesaplaşıyorlardı.

- Yok... yok... karımı seviyorum. Ona ihanet edemem. Harama uçkur çözemem. En kısa zamanda onu buraya getirmeliyim. Ama önce ev tutmalıyım. Para biriktirmeliyim. Of.. uzun iş.

Oysa ki gün geçtikçe, ortama alıştıkça , seks ihtiyaçları fren tutmaz, dizginleri gemlenemez hale geliyordu. Nereye baksalar kadın görür gibi oluyorlardı. Masa, iskemle, dolap... her şey onlara kadın bacağı, memesi gibi görünüyordu. Üstelik çevrelerinde gördükleri boyalı ve parfüm kokulu kadınlar iştahlarını kabartıyordu.

Şakalaşırken,

- Sanki her tarafım şişiyor, diyorlardı.

Girdikleri ekmekçide, ekmekçinin kızı merdivene çıkmış toz alıyordu. Eğilip, kalktıkça kısa eteği açılıyor bacakları görünüyordu. Müthişti. Başları döndü. Her gün o ekmekçiye uğruyorlar, bir bahaneyle kıza yaklaşmaya çalışıyorlardı. Kız yüz vermiyordu. Yüz verse onunla nasıl konuşacaklardı. Almanca bilmiyorlardı.

Almanya hayallerini süsleyen sarışın kızlardan biriydi o kız.
Biri bir kitapta okumuş, çok beğenmiş, gülerek tekrarlıyordu:

-Biliyor musun, bu kızların yolunmuş tavuk derisi renginde ciltleri varmış. Bi soyunsalar da görsek
Buna, mutlaka bir çare bulmalıydılar. Arif, dayanamadı sordu;

- Buraya en yakın genel ev nerede ?

S
alim, umursamaz ama heyecanlı bir tavırla,

- Ben de onu sorup duruyorum. 90 kilometre uzakta imiş. Arabası olan biriyle gidebilsek.

Oysaki, her yere girip çıkan Salim başka bir yer keşfetmişti. Kasabada, tren istasyonun karşısında 'Yalnız kalpler' birahanesi vardı. Çok bilen bir tavırla anlatıyordu.

- Orası kadın dolu. Hepsi de bizleri bekliyor. Gidelim.

O cumartesi günü, adamakıllı yıkandılar. Türkiye'den getirdikleri lavanta kolonyasıyla vücutlarını ovdular, tıraş olup, dişlerini fırçaladılar.

* * *

KRAVAT takıp laci'leri giymişlerdi. Kasabanın eşrafından birinin düğününe gider gibi bir halleri vardı.

Kapıda uzun süre duraladılar. İçeri giymeye cesaret edemiyorlardı. Salon, binanın bodrum katındaydı. Ürkek adımlarla merdivenden aşağıya inmeye başladılar. Merdivenler kırmızı halı döşeliydi. En öndeki Arif ter içinde kalmıştı. Alnında terler birikmişti. Özenle taktığı kravatını gevşetti.

Kapıdaki garson onları güler yüzle karşıladı. Pist kenarındaki masalar kadınlarla doluydu. Dörtlü, beşli kadın grupları... Garson onları kadınların oturduğu masaların hemen arkasındaki bir yere oturttu. Yandaki masada yine Türk işçileri oturuyordu. Tanımadıkları halde selamlaştılar.

Az sonra da, garson onlara sormadan kalın camdan yapılmış koca saplı litrelik bardaklarda biralarını getirdi.

-Şerefe... Şerefe

Rahatlamışlardı. Biralarını yudumlayıp, etrafa bakınmaya başladılar. Kadınların çoğu yaşlıydı. Yaşları, kırk,altmış ,seksen ve ötesi... Dönüp, dönüp arka masadaki onlara bakıyorlardı. Sonra da genç kızlar gibi kıkırdayıp gülüşüyorlardı.

Yüksek sahnede , nefesli sazlardan oluşan, itfaiye bandosu gibi bir orkestra çalıyordu. On mark veren sahneye çıkıp orkestrayı idare ediyordu. Böylece kadınlara kendini göstermiş oluyordu.

Bira içtikçe neşelenip, çekingenlikleri kayboluyordu. Ama sadece seyrediyorlardı. Çünkü ne Almanca ,ne de dans biliyorlardı.

* * *
AZ sonra Salim geldi.
Birasını içtikten sonra kadınlardan birini dansa kaldırdı. Kadın ufak tefekti. İri yarı Salim'in kolları arasında oyuncak bir bebeği andırıyordu. Dekoltesi açık beyaz tuvaletinin içinde buruşuk göğsü, sarkık gerdanı adamakıllı belli oluyordu. Salim'in sağ eli zaman zaman kadının kalçalarına doğru iniyordu. Sonra utanıp elini yukarı çekiyordu.

Burada kadın bulmak kolaydı. Çünkü kadınlar da bir erkeği arzuluyorlardı. Ancak, kadını nereye götüreceksin. Ev yok ki, işçi yurtlarında bir koğuşta on, onbeş kişi yatıyordu. Çok az sayıda işçi ev tutmuştu.
Salim, kadını büyük bir nezaketle masasına götürdükten sonra geldi yerine oturdu. Arka masada oturan ve evi olan bir hemşehrisine seslendi.

-Osman ne olur anahtar ver. Kadın çok istiyor.

Osman orkestranın müziğini bastırmak için bağıra bağıra konuştu:

-Lan ne zaman sana anahtar versem. Getirdiğin kadın yatağıma işiyor. Vermem anahtarı

Salim ısrar etti;

-Ne yapayım kadınlar çok bira içiyorlar, bir tarafları tutmuyor
Hemşehrisi Salim'i dinlemedi bile. Yanındakilere yatağını nasıl sidik içinde bulduğunu kızgın ,kızgın anlatmaya başladı.


-Sanki benim yatağa dört kova sidik dökmüşsün. Bir de keskin kokuyor ki...

Oradan çıktıktan sonra yandaki striptiz kulübüne uğradılar. Kızlar sahnede çırıl çıplak oynuyorlar, birbirlerinin üzerine şampanya döküyorlardı. Kenar masada oturan müşteriler de uzanıp onların vücutlarından akan şampanyaları dudaklarıyla içer gibi yapıyorlardı.

Şöyle bir bakınıp ,dışarı çıktıklar. Çünkü orası çok pahalı bir yerdi. Gün ağarıyordu.

Cadde de yürürken Arif durgun bir tavırla düşüncelerini açıkladı.

- Avrupa'nın çivisi çıkmış.

Salim lafa karıştı.

- -Arkadaşlar anlattı. İstanbul'da böyle yerler varmış. İstanbul'u görmedik ki...Almanya trenine binmeden önce şöyle bir bakındık.

Büsbütün bilenmiş vaziyette koğuşa dönüp, yataklarına uzandılar. Yorgundular ,ama uyuyamıyorlardı.

* * *

PAZAR akşamı Salim Arif'e bir kartvizit uzattı. Kartın üzerinde, Türkçe; “ Bir kadın sıcaklığı arıyor musunuz ? O sıcaklığı size ancak POPOF verebilir.” yazıyordu. Alt köşede bir de telefon numarası vardı.

- Kim bu Popof ?
- AdamBanhof'da dağıtıyordu bu kartları, bana da verdi.

O yıllarda Türk işçileri pazar günleri Tren istasyonlarında buluşurlardı. Tüm hemşehri grupları saatlerce ayakta durup konuşurlardı. Almanlar bundan çok şikayetçiydi ama bir şey yapamıyorlardı. Henüz Türk kahveleri, lokantaları açılmamıştı. Şehir idaresi, Türk işçilerine serbest iş yapmaları için izin vermiyordu. Bir ayağı topal olan Popof da firma reklamı yapar bu gruplar arasında dolaşıp kartları dağıtmıştı. Arif hiç düşünmeden,

- Popof'a telefon et. Kadını hafta içinde getirsin bakalım.

- Ama kadın nereye gelsin ?

- Buraya. Bizim koğuşta kimsenin olmadığı bir sırada kadını gizlice içeri alırız. Bunu ben ayarlarım.

Arif kendinden emindi. Çünkü koğuş arkadaşları onun sözünden dışarı çıkmazlardı. Yurt müdürü de gece geç saatlerde evine gidiyordu.

* * *

POPOF'un külüstür arabası köşeyi döndüğünde Salim'le Arif kapıda bekliyorlardı. Gece vardiyasında çalışanlar olduğu için koğuş boştu. Diğerleri de birahanede bira içiyorlardı. Arif kimse görmesin diye girişteki lambaları da söndürmüştü.

Kadın önden geliyordu. Orta boylu, tombul bir kadındı. Kocaman göğüsleri, mantosundan dışarı taşmıştı. Popof, arkada topal ayağına fazla yüklenmeden yaylana, yaylana yürüyordu. Ufak tefek bir adamdı. Tuhaf bir hali vardı. Sol göz kapağı önce titriyor. Sonra kapanıp öyle kalıyordu. Kadın onun yanında daha iri duruyordu.

Salim kadına yaklaştı. Bir şeyler söyledi. Kadın gülümsedi. Ağzındaki altın dişler parladı. Kadının Türkçesi fena değildi. Bulgaristan'dan geldiğini söylüyordu.

Salim ile Popof koğuşun kapısında beklediler. Arif'le kadın hızlı,hızlı yürüyüp yatakhaneye girdiler. Arif kapıyı sıkıca kapattı.

Kadın.

- Önce parayı uçlanasın delikanlı,dedi.

Arif'in aceleyle cebinden çıkarttığı paralar yere saçıldı. O paraları toplarken, kadın gülerek bekledi.
Daha sonra aldığı parayı büyük deri çantasına koydu. Ortadaki büyük masaya sırt üstü yattı. Deri çantayı da dikkatle belinin altına yerleştirdi. Arif'in heyecandan elleri titriyordu. Yavaşça kadına yaklaştı.

Popof ile Salim daha sigaralarını bitirmeden Arif dışarı çıktı. Hiçbir şey söylemeden banyoya doğru yürüdü. Koridorun karanlığında Arif gözden kaybolurken, Salim içeri girdi. Kadın masanın üzerinde yatıyordu.

* * *

İNEK Melahat'in şöhreti kısa sürede işçi yurtlarında yayılmıştı.

Melahat'i el ayak çekildiğinde, yurt müdürünün gelmeyeceği saatlerde çağırıyorlardı. Nöbetleşe dışarıda bekliyorlardı. Rahatlamışlardı. Bu arada Melahat le ilgili espirili ama uydurma mı olduğu anlaşılmayan hikayeler anlatıyorlardı.

Melahat'i bir gün polis yakalamış. Yargıç karşısına çıkartmışlar. Suçu fuhuş ve vergi kaçırmakmış. Kadın yargıç bir ara Melahat'a sormuş;

- Sen Bulgarsın Türkçeyi nerede öğrendin ?

Melahat cevap vermiş;

- Sen de benim gibi düzinelerle Türk erkeği ile yat. Türkçe'yi bülbül gibi konuşursun
Melahat'te komik bir kadındı. Bir defasında Salim'e,

- Bende darphane var. Para basıyor,demişti. Salim anlamadı ama şaşkınlıkla sordu;

- Nerede darphane ?

Kadın eliyle vücudunun alt tarafını gösterdi. Salim ayaklarının üstünde zıplayarak kahkahalar atıyordu.Bunları birbirlerine anlatıp oyuncağına kavuşmuş çocukların neşesi içinde eğleniyorlardı. Zaten ilk görüşte kadına 'İnek' lakabını takanlar da onlardı.

* * *

HASTALIĞA yakalandığını önce Arif anladı.
Külotunda sarı lekeler oluşuyordu.

Tuvalette dişlerini fırçalarken, Salim içeri girdi hızla pisuara yöneldi. Ardından bir feryat kopardı.

- Akıntı var. Bende akıntı başladı. Allah kahretsin...

Arif hiç şaşırmamıştı. Ağzına su doldurdu, çalkaladı. Suyu lavaboya boşalttı. Havluyu aldı yüzünü kuruladı. Sakin konuştu.

-Biliyorum, dedi.Bende de akıntı başladı.

- Doktora gittin mi?

- Allahtan bir Türk doktor buldum hastanede. Çok iyi bir insan. Hep onagidiyorum. Geç kalmışım. Belsoğukluğu müzmin hale gelmiş. Neydi ismi... Haa...belsoğukluğunun daha ağırı Üretrit hastalığı olmuş. Antibiyotik verdi. Geçer gibi oldu. Ama geçmedi. Virüs mü, mikrop mu neyse o , antibiyotiğe alışmış etki yapmadı. Makattan tuşe yaptı. Önümden diş macunu gibi cerahat aktı. Şimdi virüse göre bir ilaç verecek. Berbat durumdayım. O inek Melahat denilen domuz karıda mikrobun en belalısı varmış. Tevekkeli değil ortadan kayboldu.

Dışarı çıktılar. Bahçedeki bir kanapeye oturdular. Arif konuşmasını sürdürdü.

- Beni asıl düşündüren. İzin ayı geldi. Türkiye'ye gideceğiz. Karım hasretle beni bekliyor. O da insan. Onun da ihtiyaçları var. Eee... Ona ne diyeceğiz. ' karıcım uçkuruma hakim olamadım inek Melahatle seni aldattım mı' diyeceğim. Bir şey söylemesem hastalığı günahsız kadına bulaştıracağım.

Salim ellerini acımasızca dizlerine vurdu. Ayağa fırladı. Bağırmaya başladı.

-Felaket. Felaket. Hele benim karı, kıskancın Allahı'dır. Telefonda bile başka karılara baktığını duyarsam gözünü oyarım diyor. Bir anlarsa yandım.

* * *

İZİN
mevsimi başladığı için hava alanı çok kalabalıktı. Çoğu işçiler ilk defa Türkiye'ye izne gidiyorlardı. Bunun için de sevinçliydiler.
El arabalarının üstünde mavi renkli kocaman plastik bidonların çokluğu dikkat çekiyordu. Köye vardıklarında bu plastik bidonların içine koydukları eşyaları boşaltacaklar su kabı olarak kullanacaklardı.

Arif , Salim, Hayri ve diğerleri oturacak yer olmadığı için yere çömelmişler sırtlarını duvara dayamışlardı.

Dudakları kilitlenmiş, yanakları sarkık öyle duruyorlardı. Diğer yolcuların neşeli hallerini görenler, onlara bakınca Türkiye'ye cenaze götürdüklerini sanıyordu.

Akıllarında hep şu soru vardı:

- Karıma ne diyeceğim ?

Salim kararlı konuştu:

- Ben diyeceğim ki, canım karıcığım, seks gücümü kaybettim. Almanya'yadaki işçilerde bu olurmuş. Çok çalışmaktan iktidar kayboluyormuş. Şu anda iktidarsızım. Tedavi oluyorum.

Onun için yaklaşma bana. Kuş uçmuyor.Ne diyorlardı böylelerine..

Arif'e soruyordu. Arif ayağa kalkıp pantolonunu silkelerken cevap verdi:
-İmpotent.

Salim aynı heyecanla devam etti:

- Tamam arkadaş,'Ben İmpotent'im. İm-po-tent.' Bu arada çaktırmadan bir doktor bulup tedaviye devam edeceğim. Aldığım hapların üzerindeki etiketleri de kazıyacağım. Karıma da bunlar vitamin hapı diyeceğim. Duruma hakimim. İnşallah belsoğukluğu kısa sürede geçer de . Kocalık görevimize başlarız.

Yolcular uçağa alındılar. Onlar en sona kalmışlardı. Ayakları geri, geri gidiyordu.
Salim'in çenesi durmuyordu.

- Ulan İnek Melahat... Ulan Melahat...Seni yakalasam boğarım. Bizim kasabadan en az 25 kişiyi yaktın. Heeyt... Savulun, 25 tane İm-po-tent kasabaya şeref verecekler.

Omuzları çökük, yorgun ve bezgin bir tavırla uçağın kapısından içeri girdiler.
Arif koltuğa oturduktan sonra derinden gelen bir soluk bıraktı:


-
Kendimden tiksiniyorum. Allahım sen bana sabırlar ver,dedi . Arkaya
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!