Güncelleme Tarihi:
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 20 yıl sonra 10 Eylül 1964’te Federal Almanya, bir milyonuncu ‘misafir işçisini’ karşılıyordu. Arkasında bir eş ve iki çocuk bırakarak Almanya’ya ulaşan Portekizli Armando Rodrigues, tren istasyonunda devlet töreniyle karşılanıyor, kendisine bir buket çiçekle beraber Federal Çalışma Ofisi’nin hediyesi olarak bir motosiklet armağan ediliyordu.
Ertesi gün Alman gazeteleri Rodrigues ve arkadaşlarının bu jest karşısında kendilerini tutamayıp “Viva Alamenia!” diye bağırdıklarını yazacaktı.
Bugün Rodrigues’e armağan edilen motosiklet, Bonn’daki tarih müzesinde ‘misafir işçiler, uyum ve entegrasyon’un simgesi olarak sergileniyor. Oysa bu güzel ‘uyum’ hikâyesinin sonrası, başlangıcı kadar güzel değil. Tarih müzesinde anlatılmasa da Rodrigues, farklı fabrikalarda çeşitli işlerde çalışırken hastalanır ve 15 yıl sonra hayatını kaybeder. Oysa o, Almanya resmi tarihinde, ‘misafir işçilere’ gösterilen iyi niyetin simgesi olarak yerini alır.
TÜRK İŞÇİLER GÖREVE!
Bu yıl, Türkiye’den Almanya’ya çalışmak üzere ilk işçi gönderiminin 50’nci yılı. 1961 yılının ekim ayında savaşın yaralarını sarıp, ağır sanayi hamlesini gerçekleştiren Almanya, Rodrigues gibi yabancı işçileri İtalya, İspanya ve Portekiz’den getirerek iş yükünü hafifletmeye başlamıştı.
Almanya’nın, Yunanistan’dan da ‘misafir işçi’ almaya başlaması üzerine o dönemin rekabet şartları içinde Türkiye devreye girip, “Neden Yunanistan’dan işçi alıyorsunuz da bizden almıyorsunuz” diyerek Almanya ile bir protokol imzalamak istedi.
İşte bu protokole dayanarak bundan 50 yıl önce ‘geçici bir süre’ için Almanya’ya gidenler, bugün sayıları 3 milyona ulaşan Türkiye kökenli nüfusun temelini attılar. 50 yıl sonra gelinen noktada bu 3 milyon insanın Türkiye ve Almanya ile ilişkilerinde hâlâ en temel sorunlara çözüm bulamadıkları söylenebilir.
Türkiye-Almanya Kültür Forumu’nun davetlisi olarak gittiğim Almanya’daki gazetecilik değişim programında Türkiye kökenlilerin sorunlarını 10 gün boyunca farklı kişilerden dinleme şansı buldum.
Sorunun en temelinde iki ülkenin bakış açısındaki derin farklılığın yattığı ortada. Almanya, göçmenler için uzun dönemdir entegrasyon ve uyum programını uygulamaya çalışırken Türkiye, Almanya’daki Türkiye kökenlileri kendi lobicisi gibi görme niyetinde. İki ülke algılamasındaki bu farklılık sebebiyle Türkiye’de pek gündeme gelmeyen şeyler Almanya’da manşetlere taşınabiliyor.
Örneğin Başbakan Erdoğan’ın son Almanya gezisinde söylediği ve hafta içinde Strasbourg’da da kendisine sorulan entegrasyona ilişkin sözleri Almanya’da aylardır tartışılıyor. Erdoğan, Türkiye kökenlilere seslenirken, “Önce anadilinizi, Türkçeyi öğrenin, sonra Almancayı öğrenirsiniz” demişti. Entegrasyon politikası gereği “Vatandaş, Almanca konuş!” kampanyası yapan Almanya’da bu sözlerin tepki yaratması doğal.
ALMANYA'NIN DAİMİ 'MİSAFİRLERİ’
İşin garip yanıysa uyuma bu kadar önem veren Almanya’nın gündelik dilinde hâlâ temel sorunların bulunması. Ülkenin liberal gazetelerinden birinde yaptığımız toplantıda yazıişleri müdürü seviyesinde bir kişinin Türkiye kökenlilerden bahsederken ‘misafir’ kelimesini kullanması buna örnek olabilir. 50 yıldır ülkede bulunup Alman vatandaşlığına geçenler için neden ‘misafir’ sözünü kullandığını sorduğumuzda ise aldığımız cevap, “Kusura bakmayın, dil alışkanlığı” oldu.
Bu ‘dil alışkanlığı’, Almanya’nın eğitim politikasında bazı uygulamaları zorunlu hale getirmiş. Türkiye kökenli Sanem Kleff ve Alman gazeteci Eberhard Seidel’in önderliğini yaptığı Irkçı Olmayan Okul projesi bunlardan biri. Kleff ve Seidel’in, ‘biz ve öteki’ ayrımına dayanan ırkçı, ayrımcı içerik ve sembollerin okullardan temizlenmesine yönelik başlattığı proje, Almanya’da binin üzerinde okulda uygulanıyor. Aynı zamanda ‘dil alışkanlığının’ değişmesi için de çabalıyor.
Irkçılıkla mücadele eden Seidel’in bir Alman olarak yaptığı ülke tanımı da dikkat çekici: “Almanya, milyonlarca insanın öldürülmesinden sorumlu Nazi yönetimi mirasının üzerine kurulmuş bir ülke. Konuyu bu gerçekliğin üzerinden tartışalım.”
TÜRKİYE NEDEN İLGİSİZ?
Almanya’da sihirli bir kelime olan entegrasyonun boyutu 11 Eylül’ün ardından biraz değişmiş. Türkiye kökenlilerin Almancaya vâkıf olamayan yabancılar olmasının yanı sıra Müslümanlığı da ön plana çıkmaya başlamış. Kültürel farklılığın dini alana çekilmesiyle birlikte herkesin malumu ‘İslam ve terörizm’ tartışması Almanya’da da entegrasyonun önüne çıkan engellerden biri olmuş. Köln’ün merkezinde inşa edilen cami konusunda aylarca süren tartışmalar bu çerçevede değerlendirilebilir. Ancak son dönemde özellikle Türkiye kökenlilerin dini eğitime ilişkin talepleriyle başka bir tartışma daha bulunuyor.
Almanya’da federal sistem gereği 16 eyalet, eğitimde kendi uygulamasını yürütüyor. Aleviler büyük bir başarı göstererek bazı eyaletlerde kendi din derslerini müfredata sokmayı başarmış. Türkiye kökenli Sünniler açısından da süreç tartışmalarla devam ediyor. Kültürel uyum açısından elde edilen en büyük başarının bu olduğu söylenebilir.
Almanya’daki üçüncü nesil Türkiye kökenliler açısından artık dil sorunu bulunmuyor. Yerel ve Federal Meclis’te birçok Türkiye kökenli parlamenter var. Fakat bunlara rağmen iki ülkedeki algıları değiştirmek hâlâ zor. Almanya yerleşik dilinde ‘misafir’ olan Türkiye kökenliler, Türkiye için daimi ‘gurbetçi’ kontenjanındalar. Alman gazeteciler, 3 milyon göçmene yönelik Türkiye’deki ilgisizliği anlamakta zorlanıyor. Bizse sorunlarıyla değil, lobici özellikleriyle görmek istediğimiz ‘gurbetçileri’ Mesut Özil vakasında olduğu gibi ancak iş işten geçince hatırlamaya devam edeceğimizi söylemekle yetiniyoruz.
ALMAN KADINI BÖYLE BAŞARDI
12 Haziran seçimleri için Ka-Der önderliğinde başlatılan ‘Meclis’in yarısı kadınlara’ kampanyasının benzeri 1970’lerde Almanya’da yapılmış. ‘Her ikinci koltuk kadınlara’ sloganlı kampanyayla kadın parlamenter sayısının arttırılarak siyasetteki erkek egemenliğine son verilmesi hedeflenmiş. Alman kadın hareketinin yüzyıla yaklaşan tarihinde çalkantılı dönemlerin ardından başarısı ortada. Bugün Federal Meclis’in yüzde 35’i kadın. Ayrıca hükümetin başında 5,5 yıldır bir kadın, Angela Merkel var. Türkiye bu seçimde daha umutlu. Ama Almanya’nın 1970’lerde uyguladığı bir kampanyayı kullandığımız düşünüldüğünde kadınlar için Meclis’e giden yolun uzun olduğu söylenebilir.
NÜNLEER, ALMANYA İÇİN SADECE ZAMAN MESEYESİ
Fukuşima’dan sonra Almanya’da nükleer enerji konusundaki tartışma Türkiye’dekinden biraz farklı seyretmiş. Alman halkı sokaklara dökülüp ‘Nükleeri durdurun’ eylemleri yapınca uzun süredir başta Yeşiller olmak üzere sivil toplumun gündeme getirdiği tartışmaya bütün siyasal partiler katılmak zorunda kalmış. Ülkede nükleer santralların kademeli olarak kapatılması konusunda konsensus var. Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth, “Nükleer enerji konusunda sadece zaman tartışması var. Hıristiyan Demokratlar ve sağ kesim 2020’de kapatılmasını planlıyor. Bize göre bu daha önce de olabilir. Yenilenebilir enerji kaynakları güçlendirilene kadar bir süre daha çalışacak, o kadar” diyor. Nükleerden çıkmaya çalışan Almanya’nın kömür madenlerine yönelik yoğunlaşan çabası da çevrecileri kızdırıyor. Onlar rüzgâr ve güneş enerjisiyle doğalgazın yeterli olduğu görüşünde.