Güncelleme Tarihi:
Kaç yıl yaşadınız? Ya da, kaç yaşındasınız? Ne kadar zamandan beri bu gezegende yaşıyorsunuz? Örneğin, 30 yaşındayım, dediniz... Peki ama nereden biliyorsunuz? Emin misiniz? Nüfüs kağıdınıza bakarak bunu söylüyorsanız, yanılıyorsunuz çünkü bu sizin hukuk yaşınızdır. Yok eğer annenizin veya babanızın size söylediği zamana göre yaşınızı söylüyorsanız, yine yanılıyorsunuz çünkü bu kez onların hukuki zamanlarını kullanıyorsunuz. İyi de acaba, gerçekten kaç yaşındasınız?İşin aslına ve bu yazının gittiği yöne bakacak olursanız, hiçbirimiz yaşadığımız veya dünyada bulunduğumuz zaman diliminin uzunluğunu gerçekten bilmiyoruz. Eğer zaman konusunda, yakın bir gelecekte, halen kullandığımız zaman ölçülerini bir yana bırakıp, kozmik takvime göre bir düzenleme yapmazsak, geçmiş yanılgılarımızı gelecekte de yineleyecek ve şu an pek farkında olamadığımız ciddi hataları yineleyip duracağız.
969 yıl yaşayan peygamber...
Güneş bize zamanı belirler, dünyamızın onun çevresindeki bir turu bize bir günü yani 24 saati verir, diğer ölçü gök objemiz ise Ay´dır, tam bir hesaba kalkışırsak, 29 gün, 12 saat, 44 dakika ve 2.8 saniyede bir aylık bir zaman ortaya çıkar. İlk insan toplulukları, Güneş´in değişiminden çok Ay´ı daha kolay izliyorlar ve biraz da karanlığı aydınlattığı için, zamanı Ay´la belirliyorlardı. Hatta ilkel toplumlar, zamanı mevsimlere göre ölçüyorlardı. Örneğin, yağmur mevsimi yılın başı olarak kabul edilirdi yani İlkbahar ve Sonbahar yağmurları birer yıl olarak alındıklarında, bize göre bir yılı iki yıl olarak yaşamış sayılırlardı. O zaman çok uzun bir ömür ölçüsü ortaya çıkıyordu. Tevrat´da adı geçen çok uzun ömürlü peygamberlerin farklı bir zaman ölçüsüyle değerlendirildikleri düşünülmelidir. Peygamber Methusalah´ın 969 yıl yaşadığı yazılmıştır ama bu süreyi, günümüz takvimi ile değerlendirecek olursak, 79 yıl yaşadığını anlarız. Yıl ölçüsü, bugün için 12 aydır, buna bir yıl deriz. Ama Ay takvimi ile farklı bir yıl buluruz yani Müslüman zaman ölçüsü Hicri takvimde olduğu gibi. Hicri takvimde de, 12 ay vardır, aylar 29 veya 30´ar gün çekerler ama Ay günlerine göre, bir ay 29.53 gündür ve 12 ayın toplamı bu hesapla 354.36 gün olarak ortaya çıkar. Bundan ne mi olur?
Hicri ve Miladi takvim birleşecek;
Cevap açıktır; her yıl bu düzeni sürdürürsek, üçüncü yılda, yeni yıl bir gün önce. altıncı yılda iki gün önce başlayacak ve bu eksilme sürüp gidecektir. Sonuçta 60 yılda, 20 gün eksilecektir, peki ama tüm yaşamda 20 gün nedir ki? Ama bu kadar değil! Güneş´in çevresinde dönüş süremiz 365 gündür fakat yukardaki Ay hesabına göre, bu süre 11 gün daha kısadır yani yılda bir 11 gün daha kaybediyoruz, üç yılda bu süre 33 gün yani bir aydan fazladır. O zaman 33 yıl sonra 363 günü yani yaşamımızdan yaklaşık bir yılı yitiririz. O zaman da, Hicri tarih sürelerini hesaplarken ortaya ciddi farklılıklar çıkacaktır. Peki ama hangisi doğru? Hicri takvimin 9.ayı Ramazan´dır, gün ışığında oruç bir ibadet olarak Ramazan boyunca yerine getirilir, ışık bitince de oruç sona erer. Bu Allah´a ibadetin yanısıra, O´nun yarattığı yaşam kaynağı Güneş´e gösterilen saygının da bir tür ifadesidir ama Ramazan, dünyanın dönüşü doğrultusunda, mevsimlerin dönüşümü ile orantılı olarak her 33 yılda bir döner, yani mevsim değiştirir, uzun bir hesap sonucunda, oruç tutma süreleriyle, gündüz uzunluklarının ters orantılı oldukları görülür. Bu da bize yine gün hesabının değişkenliğini gösterir; Hicri takvim, Hz. Muhammed´in Mekke´den Medine´ye Hicret tarihi olan miladi 622 yılı ile başlar. Ama yukardaki kayıp gün hesabının sonucunda görülür ki; her iki takvim birbirine yaklaşmaktadır, hesaplamalar sonucunda görürüz ki, 20.874 yılında Hicri ve Miladi takvimler bir olacaktır ama buna daha çok zaman var...
Şu an hangi yıldayız?
Miladi takvimin babası, Roma İmparatoru Jül Sezar´dır, bilinen Güneş Yılı hesabıyla takvim yapılmıştır. Modern astronomide bu değerin kökü dünyanın Vernal Ekinoks´u yani İlkbahar´ın ilk günüdür. Sezar´ın sistemi, MS 325´de İznik Konseyi´nde kabul edilmiş ve günümüze kadar gelmiştir ama yanlıştır. Çünkü vernal ekinoks yani baharın ilk günü hem her yıl değişmekte, hem de Ekvator´dan kutba doğru farklılık göstererek ayrı günlerde oluşur. Bu sisteme göre, her 400 yılda bir, üç yıl kaybedilir ve bu kayıp oranı katlanarak artar. Kısacası bu takvime göre, bugüne kadar 146.097 gün yani 97 artık yıl kaybı vardır; bu da 12 yıl demektir. Bir gariplik daha var; 1582´de Hristiyan dünyası ikiye ayrıldı; Protestanlık kurulmuştu, o zaman Paskalya törenleri temel alınarak yeni bir zaman ölçüsü ortaya çıkarıldı, bu kez 11 günlük bir zaman farkı vardı. Sonuç tuhaftı; çünkü Katolikler George Washington´un doğum gününü 11 Ocak´da kutlarken, Protestanlar 22 Ocak´da kutluyorlardı ve bu olay sürdü gitti. Bu defa 1800´ler de Ortodokslar, iki sistemin ortasında bir düzenlemeye giriştiler, İlkbahar gününü 5 gün farklı kabul ederek Gregorian Takvim´e yeni bir düzen getirdiler ve Ortodoks Rusya´da bu sistem kabul edildi ve tabii işler iyice karıştı. Artık yıllar tamamen değişiyor ve 40 yaşındaki biri üç yaşında gözüküyordu. Elbette ki tüm bu karmaşa adına takvim denen basılı kağıtların üzerinde; tüm takvimler aynı içerikte ama zamanı gerçekten belirleyen mevsimsel dönüşümler ve Güneş olduğuna göre gezegenin çeşitli yerlerinde farklı hesaplar yapılabilir. Özetle bir zaman paradoksu ile karşı karşıyayız ama biz gerçekten kaç yaşındayız? Yani dünyanın her yerinde aynı zaman ölçüsünü kullanmamız zor gibi görünüyor. Halen kullanılan Julien Takvimi´ne göre bir insan doğum gününü, her yıl 13 gün daha önce kutluyor ve yaşını ancak göreceli olarak bilebiliyor. O zaman, 40 yaşındaki bir insan o yaşa kadar 520 gününü yitirmiş oluyor yani 40 yaşını kutluyor ama aslında 40 yaşında olmuyor.
Hz İsa ne zaman doğdu?
Matta İncili 2/1´i okuyoruz; "Hz İsa, Bethlehem´de Kral Herod döneminde doğdu..." O tarihte geçerli olan, kayıtlarda Herod döneminde kullanıldığı görülen Dionisos Takvimi´ne göre, İsa´nın doğduğu yıl 1. yıl değil aslında 4. yıldır; bu kez de şu andaki takvime göre 4 yıl önde olduğumuz ortaya çıkar yani şu anda 2000 yılındayız. Yani 4 yıl daha yaşlıyız. Yine Matta İncili, doğan peygamberden korkarak, iki yaşındaki tüm çocukların öldürülmesini emreder ve ardından ölür, yani Hz. İsa Herod öldüğünde, İncil´e göre iki yaşındadır, işler iyice karışıyor. İncil´deki zamanlamaları toparlarsak, artı eksi sonuçta 17 yıllık bir zaman kaybı karşımıza çıkar ve bir kez daha farklı bir zamanda oluruz; demek ki, şu anda 1979 yılındayız. Peki öyleyse, gerçek nerede? Zaman içinde zamansızlığı mı yaşıyoruz? İnsanlık dinsel inançlara göre zamanı ölçtüyseler, aynı yılda doğmuş çeşitli inançlardaki insanlar, Budist, Hindu, Protestan veya Müslüman ayrı yaşlarda mı oluyorlar? Zira, Uzak Doğu´da karmaşa iyice büyüyor. Güneş´in ve dünyanın karşılıklı konumları bir başka fenomen; dünyanın Güneş´in çevresinde ne zaman dönmeye başladığını bilmiyoruz, kendi kendimize ölçüler kolmuş, tarihler, yıllar belirleyip duruyoruz. Kimbilir, 500 yıl sonra nasıl bir takvim kullanacağız?
Kalp atışları zamanı belirliyor...
Bilinen resmi kaynaklara göre, en uzun yaşamış insanlardan birisi 115 yaşında ölen bir İngiliz kadındır, bu yaşa bilim tarafından üst tavan kabul edilir yani insanın yaşayabileceği en uzun süre 115 yıl civarıdır. Diğer canlı türlerine geçelim; ağaçlar hariç tabii çünkü onlar çok yavaş yaşıyorlar ve hareketsizler yani aktif bir yaşama sahip değiller. Balıklar için yapılan araştırmalar sürüyor; bilim gerçek anlamda yaşlanarak ölen bir balık ömrünü henüz kesin saptamış değil; bir bilimsel araştırmaya göre balıklar yaşlanmıyorlar; nitekim, birçok efsanede çok yaşlı balıklar vardır, bir Kelt yazmasında 200 yıldır aynı gölde yaşayan bir balıktan söz edilir. Deniz canlılarının en uzun ömürlü canlısı 200 yılın üzerinde yaşayan Galapagos kaplumbağalarıdır ve onlar da çok yavaş hareket eden hayvanlardır. Papağan veya kuğular gibi... Bu araştırmaya göre zeka, yaşlanmayı hızlandırmaktadır. Fil fareden daha uzun yaşar ama tüm bunlara rağmen insanın avantajı yine zekasıdır çünkü yüz yaşına gelmiş bir insan, diğer tüm uzun ömürlü canlıların ölümlerine tanık olur zira zekasıyla yaşamayı bilen ve doğanın sayısız ölüm nedeninden olabildiğince kurtulmayı beceren tek canlı türüdür. Ama yine de, İnsanoğlu´nun yaşamı yüz yılı aşamaz, bunun bir nedeni de duygusallığıdır... Fiziksel boyut, metabolizmayı etkiler bunun göstergesi kalp atışlardır; ortalamalara bakarsak, farenin kalbi dakikada 590 defa çarpar, köpeğinki 95 defa, insanınki 72 defa, filin kalbi ise dakikada 30 defa çarpar. İşte, ömrün zaman ölçüsü buna bağımlıdır yani fizik zaman ve yaşam düzenimiz, kalp ritmi ile ilişkilidir ve sır burada saklıdır; Aslında insan yüz yaş civarında öldüğü zaman, kalbi çarpan diğer tüm canlılardan çok daha uzun yaşamıştır yani kalbi en çok sayıda artmıştır çünkü diğer çok uzun ömürlü canlılar, bir nedenle hatta çoğu zaman insanın elinde çoktan ölmüşlerdir. Acaba kalp çarpma sayısı bize yaşam ve zaman ölçüsü belirlenmesi yolunda ışık tutabilir mi? Doğum zamanımızı gerçek olarak bilemiyoruz; Çünkü gezegenimizin zaman düzenini çözebilmiş değiliz; hatta bu sırrı çözsek dahi sanki uyum sağlayamayacağız. Önümüzde çok uzak ufuklarda, sisler içinde olsa dahi, evrensel bir formül gözüküyor sanki; madde kütle artıp, zeka azaldıkça yaşam süresi uzuyor ama madde küçülüp, zeka arttıkça yaşal süresi azalıyor, peki acaba maddeyi iyice küçültüp, zekayı çok ilerletirsek? Ama bu henüz ham hayal... Ama madde ötesinin ve sonsuz yaşamın sırrı galiba bu yönde; sadece bir varsayım olarak tabii...
R Kompleksi´nin sırrı...
Gerçekte, zamanı kalp atış sayısı belirliyor; bu sayıyı belirleyen yer ise beyin kökü ve onu örten R Kompleksi; kalp atış sayısı ve solunum düzeni buradan yönetiliyor; töresel duygularımız, saldırı iç güdümüz, toprağa bağımlılığımız ve sosyal hiyerarşi anlayışımız buradar doğuyor; bu sistem milyonlarca yıllık bir gelişim sonucunda bu hale gelmiş ve hala gelişmekti. Evrensel programcı programı böyle yazmış gibi... R Kompleksi, kalbimizin kaç kez çarpacağını belirliyor, ortama göre ayarlıyor hatta biliyor ve alınyazısı anlayışı da buradan kaynaklanmakta. Gerçek zamanını ve yaşını bilemeyen bizler, ölümle her an yüz yüzeyiz; dinsel ve felsefik dogmalar sonucunda varlığımızın nedenlerini dışımızda arıyoruz ama sır kendimizde saklanıyor; gece olduğunda çevresine göremeyen ve korkan ilk insan, bir kovuğa saklanarak uyumayı seçti ve evrim bu seçimi işleyerek metabolizmamızı belli bir süre için uykuya mahkum etti. Tersi de olabilirdi veya gecenin olmadığı bir gezegende yaşayabilirdik, kimbilir nasıl bir canlı türü olurduk? Uyku zamanı acaba kalp ritminin değişimi nedeniyle nasıl değerlendirilmeli? Çünkü uyurken yaşamımız yavaşlıyor, o dinginliği uyanıkken yakalayabilsek nasıl olurdu? Meditasyon, yoga gibi yöntemler bize bunu bir oranda sağlayabiliyorlar ama zararlı etkilerden ve alışkanlıklardan korunmak şartıyla. Buna karşın, çok üstün zekalı insanların çok az uyuyarak, ömürlerini bitirdiklerini görüyoruz, içlerinde çok kısa veya çok uzun yaşayanları var ama süre ne kadar olursa olsun, onlar yaşamlarına birkaç bin hatta bazen milyon insanın yapamayacaklarını sığdırabiliyorlar. Yukardaki araştırmaya göre beynin yeterli bilinç düzeyinde olması, R Kompleksi´ni etkileyip yeni süreçler yaratıyor. Eğer böyleyse, doğasal kirlenme de dahil olarak, yaşamsal kirlenmeden uzaklaştıkça yaşam süremiz değişebilir. Neye göre mi? Takvime göre değil tabii ki, çünkü değişen beynimizdeki yaşam süresidir ve zamanın gerçek ölçüsü beynimizdedir. Gerçek yaşımızı asla bilemeyeceğiz, bu süreç R Kompleksinde yazıyor ama biz onu okumayı henüz bilmiyoruz, aksine ölümü çabuklaştırmanın yollarını daha iyi öğreniyor ve her geçen an ölüme daha çok koşuyoruz aynen kelebeğin ışığa koşması gibi...
İçimizdeki ve bir parçası olduğumuz dışımızdaki kozmik zamana göre, belki bin, belki de bir yaşındayız; bunun önemi pek yok; varsın takvimler olsun; aslında takvimler dünyasal ihtirasların göstergesi olarak çok işe yarıyorlar; varsın öyle kalsınlar. Bilim fiziksel yıpranmayı yavaşlatmaya uğraşırken, bir yandan da daha çok ve daha hızlı öldürmenin yollarını da arıyor. Bu çelişki arenasında, yaşımızın fazla önemi yok sanki, en iyisi takvim kaosundan uzaklaşarak, arzuladığımız yaşı maskara olmadan hissedip yaşayabilmek. Sonuçta zamanı biz belirliyoruz; ölerek ve öldürerek...1