Güncelleme Tarihi:
Elbette ki manevi acıdan söz ediyor, fiziksel acılardan söz etmiyor. Yan komşumun karısı geçenlerde çok acı çektiğini, çok üzüldüğünü ve yaşamaktan artık bıktığını söyledi. Dikkatle dinledim, dolu dolu gözlerle bana bakarak, kendinden emin bir sesle; “Ben bunları hak etmedim ki, ne yaptım da bu acıları çekiyorum?” dedi. Cevaplamadan önce bir an düşündüm, anlattıkları bana hiç yabancı değildi, sahne, oyuncular hatta bazen senaryo farklıydı ama yaşadıklarının özü aynıydı, o acıları ben de yaşamamış mıydım? Yakınlarımı da düşündüm, onlar da farklı ya da ayrıcalıklı değillerdi. Öyleyse ortak bir nedenimiz vardı ve olmalıydı çünkü sebep-sonuç ilişkilerine daha yukarılardan bakmak gerekiyordu. Çektiğimiz acılar genelde bizden kaynaklanırlar, nedenler bizde saklıdır, davranışlarımız eninde sonunda bir sonuç oluştururlar, biz her ne kadar kendimizi saklamaya çalışsak da veya iç güdüsel olarak kendimize mazeretler yaratsak da sonuç değişmez. Acıyı biz yaratırız hatta yaratmak için biraz da aranırız…
Acı çekmek aslında kendimizi tanımanın yolu olabilir ama elbette ki farkındaysak yani kendimizi tanımak istiyorsak ya da kendimizi tanımaktan korkmuyorsak. Elbette ki komşumun karısı kendince haklıydı, kendisini bildiği kadarıyla yorumlamıştı ve kendi ruhsal resmine dönüp baktığında bozuk bir renk görmüyor, yaşadıklarına neden olan kirli renkleri farketmiyor, farkedemiyordu. Oysa resim bozuktu, oturup ayrıntıları anlattığı zaman herşey ortaya çıkıyordu ama hala göremiyordu. Kısacası bizler, kendi resmimize bakarken gerçekte renk körüyüz, yarattığımız kötü renkleri göremiyor, egomuzun katkısıyla yarattığımız renkleri görebiliyoruz.
Yakın bir arkadaşımla dertleşiyorduk, küskünlük, kırgınlık, bıkkınlık dolu. Bana bile öfkeli, birşeyleri eleştirirken sık sık imalarda bulunuyor. Dinliyorum, söylediklerinden kaçınmam mümkün değil, üstelik haklı olduğu şeyler de var. Gerçekten de onu üzmüş ve kırmışım yani böyle anlar yaşamışız. Hatırladıkça daha iyi anımsıyorum, taşlar yerine oturuyor, derken ayrılıyoruz, ikimiz de küskün ve ikimizin de duyguları solgun. Eve dönünce düşünüyorum, niçin böyle olduğunu kendime soruyorum sonra da ruhuma soruyorum, o da bana kendini gösteriyor. Uzun uzun bakıyorum, hakikaten bozuk renkler o kadar çok ki ama nasıl yaptım ben bunları? Derken kitaplığımın raflarının arasından Seneca sesleniyor; “Acısız geçen gün yoktur…” Romalı düşünür acaba ne demek istiyor ki? Yoksa kasdettiği şey, kaçınılmaz gerçek mi? Yani acı çekmemiz, üzülmemiz oyunun kurallarından birisi mi? Ya da akıllı bir canlı türü olmamızın bedellerinden mi?Seneca’nın biraz ötesinden bu kez Capra’nın sesi geliyor; “Acılarını hafifletmenin ilk adımı farkındalıktır, unuttun mu?” Evet, unutmuşum, nasıl hatırlayabilirim ki? Binlerce kitabı almış, raflara dizmişim, bir çoğuna yeri gelince okurum muamelesi yapmışım ya da bir başkasına bir an önce geçmek açlığıyla hızla okuyup geçmişim. Üstelik bir de övünmüşüm, ben hızlı okuyorum demişim ve o satırların uzun uzun düşünüldükten sonra yazıldığına boşvermişim. Ama neyse ki, farkındayım, en azından kendime bakarken tüm renkleri tam olmasa da görebiliyorum. Bakalım ne kadar işe yarayacak?
Bilmeliyiz ki, değirmende hangi unu öğütüyorsak, o unla yapılan ekmeği yiyoruz. Kaldı ki o unun kaynağı olan tahılı da biz ekiyoruz. Demek ki ürün bütünüyle bizim ürünümüz. Güney Fransa’da bir yerlerdeyim, otoyolda uzayıp gidiyorum, birden yol kenarındaki buğday tarlası dikkatimi çekiyor, o kadar güzel ki, başaklar altın sarısı ötesinde, kocaman kocaman bakıyorlar. Dayanamayıp duruyorum, arabadan iniyor, tarlaya sokuluyorum, yakından görmek istiyorum hatta dokunmalıyım. Derken hemen ötemde bir adamın bana baktığını farkediyorum, gülümsüyor ama yine de şaşkın, adamın biri neden başaklarımı okşuyor diye de sorguluyor. Kırık dökük Fransızcamla ne kadar güzel olduklarını söylüyorum, anlıyor, gülümsemesi genişliyor ve otoyolun karşı tarafındaki tarlayı gösteriyor, bakıyorum ama çok garip. Orada da bir tarla var gerçekten, bu taraftakinin güzelliği nedeniyle ona dikkat etmemişim ama o tarladaki başaklar böyle değil, onlar küskün, yorgun, solgun ve az gelişmişler. Neden diye adama dönüp bakıyorum, o hala gülümsüyor, parmağımla kafamı gösterip, daha mı akıllı, işi daha mı iyi biliyorsun, demek istiyorum. Başını sallıyor önce eliyle kalbini gösteriyor sonra başaklarına dönüp sevgiyle bakıyor. Dersimi alıyor ve veda ediyorum, giderken o görkemli buğdayların kimbilir hangi sıkıntılara, acılara, üzüntülere, hayal kırıklıklarına tanık olduklarını düşünüyorum…
Acılarımız bizimdir, biz onlarsız onlar da bizsiz olamazlar. Mutlulukla acı sanki Ying ve Yang gibi, bir bütünün ayrılmaz iki parçası onlar ve onları biz yaratıyoruz. Önemli olan kabullerimiz sonra farkındalığımız. Elbette ki, nedensiz acılarımız da var, şans veya kader ya da kısmet dediklerimiz de var. Eğer başımıza bunlar gelirse o zaman kabullerimiz öncelik alıyorlar, direnemediklerimize, kendimizde sorgulayamadıklarımıza doğal olarak bir elbise giydirmek zorundayız. Biliyorum, belki bir gün, bir yerde, birisi bu sırrı da çözecek ama o gün biz artık biz olmayacağız. Öyleyse şimdilik yapmamız gereken şey, ürettiğimiz, doğurduğumuz acılarımızın farkındalığına ulaşmaktan ibaret. Sonra da üzülmemek, ardından da fırsat çıkarsa yinelememek. Sinatra’yı duyuyorum; “I did it may way…” diyor…