Yılın henüz ikinci ayının başlarıydı. 2018’e yepyeni umutlarla girmiş, insanlık tarihinin bir başka sayfasını açmanın verdiği heyecan henüz çok tazeydi. Türkiye’de akşam saatleriydi ve hem televizyon kanallarında hem de sosyal ağlarda daha önce pek görmeye alışık olmadığımız türden bir haberin VTR’leri dönüyordu.
Görüntüde vişne renginde bir elektrikli otomobil vardı. Bu otomobil alıştığımız gibi asfalt bir yolda değil, uzay boşluğunda süzülüyordu. Sürücü koltuğunda astronot kıyafetleri giydirilmiş bir kukla oturuyor, görüntünün arka planında ise David Bowie’nin Space Oddity parçası çalıyordu. Aracın rotası Mars gezegeniydi.
Bu büyüleyici görüntünün kaynağını artık hemen herkes biliyor. Elon Musk’ın kurucusu olduğu SpaceX şirketinin tasarladığı, dünyanın en güçlü roketi Falcon Heavy, yine Elon Musk’ın kurduğu Tesla şirketinin elektrikli otomobilini Mars’a göndermişti. Bu büyük olayın daha da büyük bir yansımasıysa Falcon Heavy’i ateşleyen üç itici roketin ikisinin dünyaya sağ salim dönüş yapması ve yeniden kullanılabilecek olmasıydı.
1969 yılında Neil Armstrong’un Ay yüzeyindeki o meşhur yürüyüşünü seyredenler gibi biz de bu tarihi olaya tanıklık ettik. Fakat önemli bir fark vardı. 1960’lardaki uzay yarışının baş aktörleri devletlerdi. Soğuk Savaş’ın o gergin atmosferinde dünyanın iki bloğu, bu yarışta önde gelebilmek için ardı ardına teknolojik yeniliklerle çıkıyorlardı dünya sahnesine.
Bu yeniliklerin hedefi tüm insanlık olduğu için, uzay yarışına katılan kurumlar, kendi ulusal kimliklerinden sıyrılarak tüm dünyada sahiplenilme şansına eriştiler. Bir Amerika Birleşik Devletleri kurumu olan NASA’nın logosunun süslediği tişörtleri, kahve kupalarını dünyanın hemen yer yerinde görebiliriz.
21’inci yüzyılda ise aktörler SpaceX örneğinde de gördüğümüz gibi farklı; özel şirketler ve girişimler. Bunun ekonomik sebepleri olduğu kadar felsefi sebepleri de var. Ekonomik sebepler arasında Soğuk Savaş sonrası devletlerin son derece pahalı olan uzay keşfinde eskisi kadar istekli olmayışı, uzay ajanslarının bütçelerinin de buna bağlı olarak azaltılması sayılabilir.
Ben bir girişimci olarak trendin felsefi yanına daha çok ilgi duyuyorum. Felsefi boyutun temelinde girişimci ruh yatıyor. Girişimci ruh risk alır ve çığır açar. Söz konusu olan insanlığın sınırlarını uzay boşluğuna doğru genişletmek, yıldızlararası seyahat, uzay madenciliği ve Güneş Sistemindeki diğer gezegenlerin yaşanılabilir hale getirilmesi olduğunda her ne kadar devletlerin desteği gerekse de insanlığa asıl gerekenin girişimci ruh olduğunu düşünüyorum.
Uzay girişimciliğinde risk var mı? Elbette. Hem de dünyadaki risklerle kıyaslanamayacak kadar büyük boyutlarda. Yıllar süren çalışmalar, Ar-Ge harcamaları, motivasyonu sürekli üst seviyede tutulan takım arkadaşları ve uçsuz bucaksız hayallerin ardından bir roketin saniyeler içerisinde havaya uçması ile her şeye baştan başlamak gerekebilir.
Tabii çığır açma boyutu da var. Tıpkı Mars’a yolculuk eden o Tesla aracını izleyen milyonlarca çocuk gibi tüm insanlığı etkileyebilir, belki de kaderimizi baştan yazabilirsiniz.
Halihazırda girişimciliğin uzay yarışı başlamış durumda. Üretim, hammadde, fırlatma, gözlem, navigasyon, iletişim, robot teknolojileri, yapay zeka ve daha saymakla bitmeyecek onlarca alanda her geçen gün yeni girişimler bu yarışa katılıyor. Yalnızca 2017 yılında yeni uzay girişimciliğine yapılan yatırım miktarı 1,7 milyar doların üzerinde. Son 18 yıllık süreçte ise toplam yatırım oranının 10 milyar doları aştığı tahmin ediliyor.
SpaceX, Blue Origin, Planet Labs, Virgin Galactic gibi artık “star” seviyesine gelmiş büyük şirketlerin açtığı bu yolu, sayısı her geçen gün artan yeni nesil uzay startupları dolduracak.
Ülkemizde halihazırda bu alana yönelik adımlar daha çok kamu kanalıyla atılsa da, yeni nesil girişimcilere verilecek desteklerle çok sinerjik birlikteliklerin yaratılabileceğine inanıyorum.